Simsiyah Dumana Kaçanlar

Modern arabesk kültürü ve evrensel arabesklik nedir? Her coğrafyada farklı kıyafetler giyen, maske ve isim değiştiren o hayâlî dilber kimdir? Hangi yeşil vadideki tepede yaşar o nâzenin? Sanat ve adaletle yaşadığı gayrımeşru ilişkiden doğan çocukları hangi lisanlarda ağlamaktalar?

Çok güzel bir kız düşünün. Güzel mi güzel, dilber mi dilber… Fettan, rânâ, dilrubâ ve mahpâre bir hatun. “Oğlum olsa gelin alırdım,” diyeceğiniz kadar marifetli ve iffet timsali bir nâzenin.

Ve bu kızın, bacadan çıkan simsiyah dumana bakıp “Seni çok seviyorum! Ne olur beni bırakıp gitme!” dediğini tasavvur edin.

1999 yılıydı. Bir akrabamız işlenmiş deri ihracatı yapıyordu. Zeytinburnu’nda alım yaptığı tedarikçinin atölyesine götürdü. Daracık sokaklardan kıvrıla kıvrıla gittik. Bodrum katındaydı atölye. Sokağa bakan duvarında tavana bitişik ince uzun pencereleri vardı.

Okul sıraları gibi iki çizgi halinde art arda dizilmiş dikiş masalarının arkasında yaşları yirmi beş civarında olan gençler vardı. Her masanın yanında birer tane çift hoparlörlü teyp duruyordu. Bir teyp “Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım… Arar bulur muydun beni beni?” diye feryat ediyordu. Diğeri “Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım… Arar bulur muydun beni beni?” diye figanlar yağdırıyordu. Bir diğeri “Simsiyah duman olsaydım olsaydım… Yine sever miydin beni beni?” diye haykırıyordu ve “Simsiyah duman olsaydım olsaydım…” kısmını üç defa tekrar ediyordu.

Güneş görmeyen bodrumdaki delikanlılar, dikiş makinelerinden çıkıp çıkıp kaybolan iğneleri kara derilere, hoparlörden çıkan nağmeleri sînelerine batırıyorlardı.

Gençlerden bazıları teyplerine ek hoparlör taktırmıştı. Her teyp, yandaki masalardan yükselen sesleri bastırmak için nefesi yettiği kadar bağırmak durumundaydı. Onca masadaki hoparlörlerden çıkan canhıraş seslerin olduğu o atölyede, kafamın içinden geçen düşünme sesini dahi duyamaz olmuştum.

“İstanbul’un taşı toprağı altın,” müjdesini duyup gelen gençlerdi bunlar. Darbeler, muhtıralar, devalüasyon ve canavar gibi büyüyen enflasyon ortamlarında büyümüşlerdi. O günkü hayatın zor şartları, evlerini, mahallelerini, ahbap ve ailelerini bir lokma ekmek uğruna terk edip basık bodrumlardaki simsiyah dumanlara kaçmaya mecbur etmişti onları.

Ve simsiyah dumana kaçıyorlardı…

Akıl sağlığı yerinde bir genç kız sevdiğini dağdaki karlar veya âsi rüzgârlarda arar mı hiç? Simsiyah dumana bakıp “Seni çok seviyorum azizim!” diye nida eyler mi?

Diyelim ki bunu yapacak bir kız çıktı. Aklı başında bir adam, böyle bir kıza sevdalanır mı! Hadi bu kolay kısmı geçelim. Olur da çarkıfelek kendisini simsiyah dumana dönüştürecek olursa, acaba gönlündeki hatun onu sever mi sevmez mi diye hayıflanır mı normal bir insan? Üstelik bu hayıflanma duygusunu çift hoparlörlü teypten çıkan içli nağmelere istismar ettirip kendini depresyondan depresyona yuvarlar mı!

Bize mahsus sanılmasın simsiyah duman hikayesi.

Çöküşünden dört yıl sonraydı. Sovyetler Birliği coğrafyasına gitmiştik. Sıcak bir Temmuz günüydü. Komünist idarenin inşa ettiği muazzam büyüklükteki bir parkta yürüyüşe çıkmıştık. Dal ve yapraklarını, altın renkli ışıklarını parkın dört bir yanına cömertçe saçan güneşe doğru uzatmış bir ağacın altındaki kafede oturduk. Kafe dediğime bakmayın: Bekçi kulübesinden bozma büfenin önüne birkaç masa ve sandalye atılmıştı. Yan masalarda oturan mahzun ve mükedder Rusların komünizmin daraltıcı şartlarından bunaldığına aldırmadan öten sermest kuşların sesine yine teypten çıkan bir nağme karışıp yayılıyordu etrafa. Vladimir Vysotsky’nin çatallı sesiydi. Simsiyah dumana dâvet ediyordu ciğerinden söktüğü yanık sesiyle.

Cezayir çöllerindeki Berberîler, Bedahşan zirvelerindeki Pamîrîler… hayatın kendilerine sanat, estetik, zarafet ve inleyişlerini dile getirecek imkân ve fırsat bahşetmediği, simsiyah dumana kaçmaktan gayrı çare bulamayan yığınlar… Güney Asya ülkelerindeki yüz milyonlarca insanı Hint filmlerinden yükselen kesif simsiyah dumanlar öyle dumura uğratmıştır ki, etraflarında yükselen çöpten dağlara, burun direklerini deviren lağım kokusuna, toplumu felç eden ifsada aldırmadan tüketirler ömürlerini.

Dini bütün bir ailede büyüdüyseniz, “Zaferle değil, seferle emrolunduk,” der tevekkül mekanizmasını harekete geçirerek devam edersiniz yolunuza. Yeterince şanslıysanız, sabır, kanaat ve şükür korur sizi siyah dumanın meftun edici tesirinden.

Sözü Arap âlemini kokuşmuş nizamlarından çıkarıp hayâl âleminde de olsa dumanlı dağlara götürüp avutan Ümmü Gülsüm’ün kavurucu parçalarına getirip “Arabesk kafa bunlar canım” diye burun kıvıranlara bir hatırlatmada bulunalım:

Siyah dumana kaçıran sadece sefalet değil. Bir de vicdan var işin içinde…

Çok gelişmiş Batılı devletlerdeki sade vatandaşları ele alalım mesela. Memleketlerini idare etsinler diye birilerini seçip başa geçirirler. Seçtikleri yöneticilerin aldıkları kararlarla orduları başka devletleri işgal ederek milyonlarca masum kanı döker. Bütün olan bitenden haberdar olan o insancıkların vicdan azabından kaçıp sığınacak bir simsiyah duman aramadıklarını mı düşünüyorsunuz? Veya o zavallıları şuur altlarında için için kaynatan vicdan azabının onları sadece uyuşturucuya mı kaçırdığını zannediyorsunuz? Arap coğrafyasında Arabesk olan simsiyah dumanın adı oralarda rock olmuş, pop olmuş veya başka bir şey olmuş. Hip-hop adını dahi alsa, simsiyah duman aynıdır, değişmez.

Bob Marley’nin marihuanalı simsiyah dumanları arasından yükselen “Dimdik doğrul! Savaşmaktan vazgeçme!” çağrısına kulak kabartan hippiler vicdanlarının sesine kulak verdiklerine inanmıyor muydu?

Devran döndü, zamâne değişti tabi.

Aristokrat takılanlar Vivaldi’nin Dört Mevsim’i gibi parçaların ardına saklardı ruhlarındaki ıstırapları. Köyden çıkmış, şehir hayatına intibak edememiş varoştakileri yanık sesler teslim alırdı.

Barutlu silah çıktı mertlik bozuldu. Sosyal medya çıktı simsiyah duman bozuldu.

Birbirine girdi dumanlar. Ve şeytan bütün dumanları birleştirip yepyeni bir simsiyah duman döktü. Bu duman farklı duman beyler! Uzaklardaki hayâlî tepelerde sefalet ve vicdan azabından kaçıp sığınılan şatolar yok artık. Kovalayan, pusu kuran, yol kesen, kuşatan, zorlayan, zincire vurup köleleştiren bir simsiyah dumandan bahsediyoruz. Kafa içinden geçen düşünme sesi şöyle dursun, ruhun ıstıraplarından yükselen iniltiler dahi duyulamaz oldu.

Şeytanı yeni döktüğü simsiyah dumanıyla bir kenara bırakalım biz. Gelin sizinle ne kadar sevildiğimizi anlamak için bir test yapalım:

Akşam eve gittiğinizde, en sevdiğiniz kişinin gözlerinin içine bakın ve “Sana bir sualim var. Lütfen cevap vermeden çok iyi düşün,” deyin ve “Simsiyah duman olsaydım beni sever miydin?” diye sorun. Bakalım ne cevap alacaksınız.


Diğer İçerikler:

Ağlamayı Özledim (Şiir)

Annem… (Kadına… ve anneye bir yazı…)

Mükemmeliyet (Herkes mükemmel olmak ister…)

Seni Özlediğim Kadar (Şiir)

Önyargı ve Mike Tyson (Şampiyon olmak…)

Masal Yıldızı (Şiir)

Serâzât.com’da sadece Necip YILDIRIM’ın şiir ve makaleleri yer almaktadır. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz ve neşredilemez.

Ads