Türkçe şiirler bir dağsa, zirvesi Şeyh Gâlib’tir. Mânâyı nazma, nazmı mânâya feda etmez. Beyitler nazmın da, mânânın da zirvesi. Sebk-i Hindi ustası.
İnsan, küçük bir âlem. Defter-i kebirdeki her varlığın, yani insanın dışındaki herşeyin, insanda bir benzeri mevcut. Beyitlerinde, okuyanı, âlemin özeti olan insanın uçsuz bucaksız dünyasına temâşâya götürür. Mısralarında, sûretle heyûlalıktan kurtulup insanın iç dünyasındaki tılsımlı hazineyi keşfe dâvet var. Şeyh Gâlib’in ihtisas sahası insan.
İnsan; yani ihtiyaç: Önce; giyinme, doyma, kanma, barınma, emniyette olma… Sonra; itibar, beğenilme, tanınma, rahata erme, güçlenme, söz geçirme… Şeyh Gâlib için, bunlar nihâi hedefi olamaz.
Beden; sürekli yenilenip değişen sayısız zerreciklerin düzen içinde üst üste yığılması. Şuurun bineği. Hedefe ulaştıracak kadar beslemek kâfi. Bedene binip, doğumdan ölüme yürüyen şuur, kaybettiği sevgilisini aramakta. Ama maşuk bu dünyada değil. Aşkı var, kendisi yok.
Topyekun dünya ve içindekiler, maşuktan gelen zarf ve onu bulmaya yarayacak vasıtalar. Zarf ta, mazruf da, postacı da, mektubu okuyan da, mektubu gönderenle irtibatlı olduğu için sevgili.
Âşık olmaya âşık olmaktır esas.
“Medeniyetler yan yana konup cetvelle ölçüldüğünde hangisinin daha ilerde olduğu anlaşılır” iddiasının yanlışlığını ve “her medeniyetin aktığı mecra farklıdır” gerçeğini anlamada, klasik kültürümüzün vakûr temsilcisi Şeyh Gâlib’in şiirleri kâfîdir. Medeniyetimiz mânâ medeniyetidir. Kelimelerden bir dünya inşa etmiş şairlerimiz. Bu dünyaya kanatlanma ruhsatı sadece âşıklara verilmiş.
İnsanı esas gâyeden alıkoyan, maksadı unutturup hedefin yerine geçen herşey taalluk.
Berk-i hatif gibi kayd-ı sivâdan güzer et
Erişen hâr ü hasa âteş-i aşkı siper et
Dâmenin tutmaya âsâr-ı alâyık hazar et
Şems-veş hâhiş-i Munlâ ile azm-i sefer et
Saf kıl âyineni kâbil-i aks-i suver et
Hele bir cem’-i havâs eyle de Galib nazar et
Hayatı sevgiliden başka hiçbir şeyin boyunduruğuna girmeden şimşek gibi bir anda çakıp gidercesine yaşa. Taalluk çar çöplerini aşk ateşiyle yakıp yok et. Her türlü pranga ve zincirden âzâde ol. Ayna olabilmek için toprakla (külle) sıvanmış olabilirsin. Sıyrıl artık topraktan. Sevgilinin ışıklarını aksettiren saf, temiz ve lekesiz bir tecellîgâh ol.
Esas gayesini unutup, sebeplere ve başka beyhûde şeylere müteallik olan, saplanıp kalanın dört dörtlük sefâ sürmesi mümkün olabilir mi? Çarmıha gerilmişçesine maddeye çivilendiğimizden serzeniş etmekte:
Dört üstü dört olur mu safâ bu cihânda kim
Merbût-i çâr-mîh-i anâsır bulunmuşuz
Taalluktan kurtulma noktasında, önümüzde iki yol var: Birincisi, vasıtaların tamamını elde edip, mevcûdiyetimizin sebebi olan hedefin peşinden koşmak. Bu yol makbul değil. Zira, sebeplerin tamamını elde etmek, hem gereksiz; hem sonu gelmez ihtiyaçlara ulaşmaya ömür yetmez. İkincisi, asgari bir ihtiyaçlar dışında, dalıp kaybolmadan dünyanın üstünden geçip gitmek. Dikkati, benliği, varlığı, esas hedefe teksif etmek. Hakikî Leylâ uğruna Mecnûn olmak. Dîvâne delilmedikçe, imân etmiş olunmaz:
Tutmuş o kadar dehri zencîr-i taalluk kim
Ser-rişte-i bî-kaydî dîvânede kalmışdır
Dünyayı taalluk zinciri öyle sarıp sarmalamış ki; kurtuşuş için aşkta dîvâne olmaktan başka yol kalmamıştır.
Bir şûlesi var ki şem’i cânın
Fânûsuna sığmaz âsumanın
Bu sîne-yi berk âşiyânın
Sîna dahi görmemiş nişanın
Efruhte-yi inâyetindir.
Şeyh Gâlib bu dörtlükte okuyanı mest ediyor:
Canımın, benliğimin, mevcudiyetimin öyle bir şûlesi, ateşi, alevi var ki, bütün bir gök kubbe fânûs kesilse bu şûleyi içine sığdıramaz, diyor. Bu nasıl bir şûledir ki, sayısız güneşin içinde birer toz mesabesinde dahi olmadığı nihayetsiz boşluk bile içine sığdırmaktan aciz!
Üzerinde hazret-i Musa’nın (aleyhisselam) Allahü teala ile cihetsiz ve zamansız şekilde tekellüm ettiği, konuştuğu Sîna dağı; kalbimin müstahkem yuvası olan göğüs kafesimde cereyan edenlerin nişanına dahi şahitlik etmemiştir. Bu şuur ve idrak seviyesini, ancak “Yere göğe sığmam, mümin kulların kalbine sığarım” ve “Müminlerin kalbindeyim” Hadîs-i Kutsileri ışığında ele aldığımızda anlamak mümkün.
İnsan eşref-i mahlûkat sıfatına lâyık olabilirse; nasıl bir makama ulaşabileceği iddialı bir üslupla dile getirilmekte. Ancak ve ancak Server-i Kainat’a uyanların kalbinin âsumanın bile tahammül edemeyeceği bir nurla aydınlanabileceği ifade edilmiş. Önce asîl ve vakûr bir haykırış, sonra da mütevazı bir alçak gönüllülük.
Bağlandı târ-ı kâkülüne nağme-i cünûn
Zincîrler terâne-i tanbûrdur bana.
Her şeyden evvel, cünûn derecesinde âşık olacaksınız. Gönlünüz, sevgilinin saçının teline bağlanacak. Öyle bir bağlanacak ki; oradaki bir titreyiş, sizi inletecek, inleyişinizin şeklini belirleyecek. İşte, öylesine ulvî bir yâre böylesine sahiden bağlanabilme merdâneliği gösterbilirseniz, hayattaki meşakkatlerin zincirlerin şıngırtısı, dombıranın tellerinden yükselen okşayıcı musikî gibi olur.
Tanbûr, târ ve nağme, zincir ve bilahare cünûn. Kelimelerdeki cümbüş, ifadedeki ahenk, ve manadaki asalet… Üç beş kelimeyi mana ummanının derinliklerine daldırıp enfes bir beyit nakşeden sanatkâr: Şey Gâlib!
Sevgilinin saç telleri, klasik edebiyatta, tasavvuf yolculuğuna benzetilmektedir. Yârin zülfünün telleri de, tasavvufta kat edilen merhaleler misali kıvrımlarla, tehlikelerle doludur.
Nağme-i cününüm, yani aşkımın feryadı adeta saçının telinden yükselen ses olmuştur. Onun için, beni artık zincirlere de vursalar, bağlayacakları zincirlerin şangır-şungur sesleri dombıradan yükselen boş terâneler misali hiç tesir etmeyecektir.
Şeyh Gâlib, insanın eşref-i mahlûkat olduğunu şâhâne ve şâirane bir üslupla izah eder. Onun mısralarında insan, âşıktır, âriftir, sermesttir, pür-cûştür… ve bilâhare dîvânedir. İnsan, varlık içindeki yerinin kıymetini bilmezse, ömrünü heba ve heder etmiş olur. İş, kendini tanımaktır. Kendinde yolculuk eden, âlemi de dolaşmış olacaktır.
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Hakîkaten, bu kadar renk, tezat, muamma, engebe ve güzelliğin tecelli ettiği bir başka mahluk var mıdır? İçinde insanın olmadığı bir dünya ne kadar manasız olurdu!
Klasik kültürde, insan denen ummandan çıkarılan incilerin işlenmesi apayrı bir sanat. Bu sahanın sanatkârları işi öyle bir noktaya götürmüşler ki; izleyenler hayran kalmakta. Kâmil insan hedefini şiirlerinin ağırlıklı teması yapan Şeyh Gâlib, tekâmülün en ileri merhalelerini okuyanı mest edecek şekilde resmediyor.
Bir âleme olmuşum ki vâsıl
Şebnemleri mihr ile mukâbil
Yok pertev-i mihre anda hâil
Nezdîk ü baîdi özge menzil
Kim firkatın ayn-ı vuslatındır.
“Erdim” diyor söz meydanının gâlibi. “Öyle bir dünyaya ulaştım ki; ayrılığı ile kavuşması, yakınlığı ile uzaklığı arasında fark yok. Bu dünyanın bir çığ tanesine bakınca, güneşe bakmışçasına mânâ ve feyz alıyorum”.
Kelimeler:
Aks-i suver: suret, resim ve görüntülerin yansıması; Alâyık: alaka, ilgi, bağ, rabıta; Anâsır: unsurlar, elementler, elemanlar, madde; Âsâr: eserler; Âsuman: gök, gökyüzü; Berk: sağlam, sert, katı; Berk-i hatif: şimşek çakmasıyla ortaya çıkan göz kamaştırıcı ışık; Dâmen: etek; Defter-i kebir: büyük defter, dünya, insanın dışında kalan bütün dünya; Dehr: dünya, zaman, devir; Efruhte: aydınlanmış; Ekvân: kevnler, dünyalar; Fânus: mum, gaz lambası vb. aydınlatma araçlarının çevresini kapatarak rüzgârdan koruyan cam; Firkat: ayrılık. Hâhiş: talep, istek; Hâil: mani, engel; Hâr u has: çar çöp; Hazar Etmek: sakınmak, menetmek; Heba ve heder etmek: Boş yere harcamak; Heyûla: hayal, korkunç hayal; İnâyet: İhsân, lütuf; Merbût: raptolunmuş, bağlanmış; Merdüm-i dîde: gözbebeği; Mihr: güneş; Munlâ: Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî; Nağme-i cünûn: Cünûn nağmesi, aşk deliliğinin sesi; Nezdîk ü baîd: yakın ve uzak; Pertev: ışık, nur, parlaklık; Pür-cûş: coşkulu, şevk dolu; Şem: mum, balmumu; Şems-veş: Şems-i Tebrîzî misali (Şemsin kelime manası güneştir.); Sermest: serhoş; Sîne: göğüs kafesi, mecâz gönül, yürek, bağır, iç; Sivâ: gayrı, sevgiliden gayrı her şey; Şûle: alev, yaylım; Sûret: dış görünüş; Taalluk: bağlanma, ilişiği olma, bağlı kalma; Tanbûr: Bir musiki aleti, dombıra. Târ: İp; Târ-ı kâkül: zülf, kâkül telleri, saç telleri; Teksif: yoğunlaştırma, odaklanma, koyulaştırma; Temaşa: seyretme, gezinti, seyr-u sefa; Terâne: Ezgi, nağme; ikinci manası usanç verici ve lüzumsuz söz; Vâsıl olmak: kavuşmak; Zübde-i âlem: alemin hülasası.
——-
Serâzât.com’da; sadece Necip YILDIRIM’ın şiir ve makaleleri yer almaktadır. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz ve neşredilemez.