Güllere şarkılar söyledim uzun yıllar. Goncalıktan yeni çıkanlar, terütazeler, muzipler, şûhlar… Yakından tanışma şerefine eremediğim rengârenk nice güller…
Ta ki o gün gelip çatana dek…
Büyük bir şevkle uyanmıştım o günün sabahında. Her zamanki gibi kanatlarımı iştiyakla açmış “Ne güzel bir gün!” diyen rüzgarı tüylerimle nazikçe okşayarak selamlamıştım. Hayat doluydu içim. Hiç duymadıkları ezgiler dinletecektim güllere. Heyecanımı zapt edemiyordum. Tutamayacaktı nefesimi kafesin parmaklıkları. “Şu karşıdaki dağlarda yankılanıp geri dönecek sesim,” diye geçirmiştim içimden. Kendinden geçirecektim bahçedekileri.
Güneş bir mızrak boyu kadar yükselmişti. Çocuklar üşüştüler etrafıma. Oraya buraya koşuşturup oyunlar oynarlarken verandada asılı kafes dikkatlerini çekmişti. Koloni halinde hareket eden balıklar gibi ani bir refleksle bana doğru yönelmişlerdi. Koloniye ilk sinyali verip bana doğru getiren ev sahibesinin altı yaşındaki kızıydı. Oyuncağına dokunmak istercesine tombulca parmaklarını kafesin içine doğru uzatmş ve “Gelin bülbülümüze bakın. Kendi kendine durmadan ötüyor zavallı,” dedi.
Donakalmıştım. Kafesi sallamalarından veya ellerine bir çubuk alıp istemeden de olsa bana zarar verme ihtimalinden korktuğumdan değildi. Biliyordum… Fazla sürmeyecekti. Birkaç dakika içinde bülbül kafesinden sıkılıp başka oyunlara dalacaklardı ne de olsa. Hüzün bulutu gibi içime çöken, art niyetsiz olarak o kızın dudaklarından dökülen sözlerdi: “…bülbülümüze… Kendi kendine… Durmadan… Ötüyor… Zavallı…”
Bütün gün kafesin bir köşesinde öylece oturdum. Bir kez olsun kanat çırpmadım. Ağzıma bir dâne koymadım. Ne o gün ne de sonraki günlerde gagamı açıp şarkı terennüm etmek gelmedi içimden.
Ama bülbülüm neticede. Gülsüz, şarkısız yaşayamam. Tabiatım bu benim…
Hiç kelâm etmeden, hareketsizce otursanız da hayaliniz yerinde durmuyormuş.
Gözlerim açık olduğu halde rüyalar görmeye başlamıştım.
Günler geçmişti aradan. Zihnimin hayal âleminde pervasızca kanat çırptığı anlardan biriydi. Mahlukata küskün, kendinden bıkkın olarak gâyesizce uçuyordum. Kâh alçaklarda kâh yükseklerde süzülüyordum.
Bir kayalığın üstünde uçarken nereden geldiğini anlamadığım muazzam bir azim ve kararlılık kuvveti peydahlandı içimde. Şöyle gülendam bir kayayı kestirdim gözüme. Doğruca inip kondum üzerine. Önce etrafını güzelce temizledim. Sonra başladım gagalamaya.
Hayal bu ya: Yonttum o dimdik duran kaya parçasını. Yukarıdan aşağıya doğru… Şarkılar mırıldanıyor, durmadan çalışıyordum. Sebatla… Haftalarca, aylarca… Tekrar tekrar aynı yontma sahnesine uçuyordu hayalim. Önce çiçek kısmını çıkardım ortaya. Sonra alt tarafına duaya açılan avuçlar misali iki tane yaprak yaptım. Dalında diken niyetine bir kaç tane sivri çıkıntı bıraktım. Dikensiz yapabilirdim. Ama dikenleriyle sevebileceğim bir gül olsun istedim.
Hayal dünyamdaki gülendam kaya parçasından yonttuğum gülün adını Gülara koydum.
İki yapraklı, dikenli Gülara’mı yontarken, defalarca gagamın kırıldığını tasavvur etmiştim. Kolayca ortaya çıkıversin istememiştim. Her seferinde sabırla beklemiştim gagamın yeniden uzamasını. Özünde narin olsalar da, pençelerimi kullanmaktan geri durmamıştım. Bakmamıştım heykeltıraşlığa uygun olup olmadıklarına. İyice pürüzsüz olsun diye kanatlarımı zımpara gibi kullanmaktan da geri durmamıştım.
Sarı, beyaz, pembe ve daha nice renklerde canladırdım zihnimde. Ama en çok kan kırmızısıyla beğeniyorum onu.
“Bu kadar tutkuyla anlattığın, kokusuz taştan yonttuğun hayâlî bir gül mü!” demeyin: Bilmediğiniz bir lisanda söylenen bir şarkıyı dinlediğiniz oldu mu hiç? Kendi his dünyanızdan mânâlar yüklersiniz her kelimesine. Zihniniz o anki ruh halinize uygun tercüme eder ve sözlerinden bir şey anlamadığınız o şarkıyı ömrünüzün en dokunaklı parçasına dönüştürür. Sizi alıp bambaşka diyarlara götüren bir türkü oluverir.
Gülara de öyledir benim için. Bütün kıvrımlarıyla benliğimi yüklediğim bir güldür o. En coşkulusundan en gamlısına, bütün nâlelerimi dinleyendir.
Yapraklarını sarartamaz hazan. Kışın soğuğu titretemez tenini. Gölgesinde dinlenebiliyorum. Ona yaslandığımda acıtmıyor diken kadar sivri çıkıntıları.
Uzun uzun sohbetlerimiz oluyor kendisiyle. Kanatlarımla ona sarıldığım bir gün şöyle nidâ etmişti bana:
— Çok güzel şarkı söylediğini rahatlıkla iddia edebilirim. Çünkü henüz hiç seslendiremediğin nağmelerini duyabiliyorum. Kelimelere dökmeye güç yetiremediklerine dokunabiliyorum. İçine sığabilecekleri münasip bir güfte bulamayan derûnundaki besteler bana dinletiyorlar sînelerindeki bîkarar âhengi. Besteye hasret güftelerin bana döküyorlar içlerini.
— Ah Gülara’m! Bir bilsen, ne zordur gül bahçesinde şarkılar söylemek. En çok da içlerinden hangisinin seni dinlediğini bilmeden, hatta seni dinleyen birinin olup olmadığını anlamadan…
— Rüzgâr önünde eğilen, kokularını her burnunu yaklaştırana armağan eden güller için mi endişe ediyorsun? Harap etme kendini! Fark dahi etmeyeceklerdir yokluğunu. Arıların vızıltısı, sineklerin zırıltısıyla keyifleniyorlardır şimdi. Geceleri cırcır böcekleriyle zevklendiklerine seni temin edebilirim. Kendinden habersiz, uluorta vakvaklayan kurbağa seslerini musikîlerin en nâdîdesi kabul edip dinliyorlardır.
— Ey benim taştan yontulmuş hayâlî Gülara’m! Bütün mevsimler bahar seninle. Binlerce gülü olan binbir bahçeye değişmem seni.
— Bana neden Gülara ismini verdin?
— Çünkü sen dünyadaki bütün gülleri süsleyen, bezeyen, tezyin edensin benim için. İmkânsız görünsen de… Sert kayaların kalbinde gizli olsan da… Sabırla… Sebatla… Gagamın kaç defa kırılacağına aldırmadan… Geçecek günlerin hesabını tutmadan… Senin için seslendireceğim…
— Ah benim durmadan öten zavallı bülbülüm! Hayal alemindeki bir kayalığın üstünde uçarken rastgele gülendam bir kayayı gözüne kestirdiğini mi düşünüyorsun gerçekten? İçini muazzam bir azim ve kararlılık kuvvetiyle dolduran gülün dâvetini hesaba katmayacak mısın? Bahçelerdeki nazenin güller, hayalindeki o taştan yontulmuş Gülara’nın taktığı maskeler olmasın. “Şu karşıdaki dağlarda yankılanıp geri dönecek,” diye gönderdiğin sedâları aksettirip sana geri gönderen kimdi?
Sen ne arıyorsun?
Kimedir söylediğin şarkılar?
Kime?
—
Annem… (Kadına… ve anneye dair…)
Mükemmeliyet (Herkes mükemmel olmak ister…)