Hayat

Geçen Zaman Değil, Ömür

Zaman, çoğu zaman elimizden kayıp giden, farkına bile varmadığımız bir akış gibi gelir. Ama bir gerçeği hatırlamak gerekir: Geçen zaman değil, ömürdür. Zamanın, bir takvim yaprağının hızla dönerken sunduğu fırsatlar ve kayıplar, günün sonunda geriye baktığımızda birer ömür kırıntısına dönüşür.

İlkbahar ile yaz arasında kaybolan bir gün, belki de bir yılın sonunda bir hatıraya dönüşür. O hatıra, belki bir gülüş, belki bir gözyaşı belki de nehir gibi akan sıradan bir sohbet olarak hafızamızda yer eder. Ama o hatırayı, bir zaman diliminde kaybolmuş sadece bir dakika olarak görmek, işin gerçeğinden çok uzak bir bakış açısıdır. Çünkü her geçen saniye, sahip olduğumuz ömrün bir parçasıdır.

Zamanın ne kadar değerli olduğuna dair aldığımız dersler çoğu zaman acı doludur. Bir anlık dikkatsizlik, bir kayıp veya bir fırsatın kaçması, geriye dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkar. İşte bu noktada, zamanın sadece bir ölçü birimi olmaktan çıkıp, bize hayatımızın ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatan bir ömür boyu öğreticiye dönüşür.

“Zaman” dediğimiz şey aslında, içinde yaşadığımız bir hayatın “bir kesiti”dir. Ama ömür dediğimiz şey, hepimizin elinde tutmaya çalıştığı bir hazine gibidir. O hazine, ne bir dakikalık bir boşlukta ne de bir gecede tamamlanır. Her hatırayla şekillenir, her seçimimizle iz bırakır. Her sabah kalkıp yeni bir günün başlangıcına adım atarken, aslında o günün bize sunduğu ömrün bir kısmını teslim alırız. Eğer her hatıra, her saniyeyi bir fırsat olarak görürsek, o zaman zamanın ve ömrün ne kadar kıymetli olduğunu anlayabiliriz.

Gerçekten yaşamış olmak, zamanın bize sunduğu saniyeleri nasıl değerlendirdiğimizle ilgilidir. “Geçen zaman” demek, bir trenin ardında kalan istasyonları anlatmak gibidir. Oysa “ömrün geçmesi” demek, bir insanın özüne yolculuğunun izlerini, büyümesini ve tekamülünü anlatan bir hikaye olur. Bu sebeple, zamanla geçirdiğimiz her hatıra, yalnızca bir zaman dilimi olarak değil, bir ömür kesiti olarak görmeliyiz.

Her geçen gün, belki de sonuncusudur. Yaşarken farkına varmasak da, zamanın geçişi bizi bekleyen başka bir gerçeğe yönlendirir: Sonsuza kadar yaşayamayacağız. Fakat her hatıramız, bizlere bu sonun yaklaşıyor olmasının farkında olarak hayata tutunma gücü verir. Ömrün her bir anını daha değerli kılmak, bu sınırlı zaman içinde ne kadar iz bırakacağımızı sorgulamak, en derin manasını aramak gibidir.

Zaman geçtikçe insan daha fazla öğrenir. Ve belki de zamanın geçişini en derin şekilde hissedenlerden biri de kendini kaybolmuş hisseden insandır. Fakat kaybolmuşluk, bir şeylerin sona erdiği anlamına gelmez. Aslında, kaybolmuşluk, yeniden var olma, yeniden şekillenme ve o şekil içinde ölümsüzleşme yolculuğunun bir parçasıdır.

Zamanı harcamak yerine, zamanı “yaşamak” gerekir. Çünkü o zaman sadece bir an, bir dilim değil; bir ömre dönüşür. Geçen zaman, ömrümüzün ne kadarını gerçekten yaşadık? Ne kadarını manasızca beyhude şekilde harcadık? İşte bu sorular, zamanın değerini kavrayabilmenin ve ona ömür boyu anlam katabilmenin en önemli anahtarıdır.

Geçen zaman, aslında ömrümüzün bir simgesidir. Onu anlamak ve derinliğine inmek, sadece yaşamakla kalmayıp, yaşadıklarımızla barışmak demektir. Zamanın gidişini izlerken, aslında biz de geçiyoruz. Ama unutmayalım: Geçen zaman değil, ömürdür. Ömrünüzü heba etmeyin..

Uyanış

Bir sabah, yorgun bir şekilde gözlerimi açtım. Yatak odamın penceresinden içeri sızan ışık, günün başlangıcını işaret ediyordu ama içimde ne bir heyecan ne de bir istek vardı. Sanki her şey sıradanlaşıyor, zamanın akışını hissedemiyor gibiydim. O gün, belki de hayatımın en sıradan günü olacaktı. Ama işte, o sıradanlık beni bambaşka bir derinlemesine keşfe götürecekti.

Usulca bir kahve demledim, mayhoş kokusu eşliğinde duvardaki takvimi seyre tuttum. Yorgunluk yerini ter ve heyecana yani adrenaline bırakmıştı. O an zamanın değerini anlamadığımı fark etmeye başladım. Her geçen gün, bir takvim yaprağının hızla dönmesinden farksızdı; kaybolan bir an, geri getiremeyeceğim bir fırsat gibi hissediyordum. Zamanın bir takvim birimi olduğuna inanmıştım oysa ki; belki de sadece nehir gibi akıp giden bir şey olduğuna. Fakat o gün, o sabah bir anlık dikkatimi kaybettiğimde, bir şeyin farkına vardım: Gerçekten ne kadar zamanım vardı?

Bu adrenalin ile oturmam mümkün değildi, bir hışımla kuşandım kabanımı attım kendimi sokağa.. yürüyüş sırasında, geçen günün ardından içimdeki kaybolmuşluk hissini düşündüm. Her adımımda, geçmişi sorgulamaya başladım. “Geçen zaman neyi değiştirdi?” diye sordum kendime. İlk başta, bu soruya cevap bulmak zordu. Geçen yıllar, mevsimler, hatıralar… Ama o an, zihnimde bir ışık yanmaya başladı. Zamanın sadece bir ölçü birimi değil, ömrün her anını taşıyan bir süreç olduğunu fark ettim. Her geçen saniye, aslında hayatımın bir parçasıydı. O an, zamanın geçtiğini düşündüğümde, aslında ömrümün de kaybolduğunu eksildiğini hissediyordum.

Düşüncelerim yerini, hafızamın dehlizlerinde ki gereksiz hatıralara bıraktı. Hatıralarımdan biri geldi gözlerimin önüne. O gülüş, belki de bir gözyaşıydı ama artık hafızamda o anı bir zaman dilimi olarak görmektense, bir ömür kırıntısı olarak hatırlıyordum. O anın ne kadar değerli olduğunu şimdi daha iyi anlamıştım. O zaman, kaybolmuş bir günü, bir ömre dönüştürmüştü. O gün, benim için sadece bir gün değil, bir yaşam parçasıydı.

Özüme yaptığım yolculuğumda öğrendim ki, zaman geçtikçe insan daha fazla öğrenir. Kaybolmuşluk, bir sona değil, bir yeniden doğuşa işaretti. O anı kaybetmek, aslında yeniden var olmanın bir yoluydu.

Bir şeylerin sona erdiği sanılır ama her son, yeni bir başlangıcın işaretidir. İşte o sabah, kaybolmuşluğumun beni nasıl şekillendirdiğini fark ettim. O anın değeri, o kaybolan zamanı yaşamış olmamdı.

Zamanın nasıl geçebileceğini düşündükçe, sadece bir anı değil, her saniyeyi yaşamam gerektiğini hissettim. Çünkü zaman bir an, bir dilim değil; bir ömre dönüşür. O sabah, gözlerimi bir kez daha açtığımda, o güne bir hazine gibi bakmaya başladım. Her an, her seçim, o anı yaşama şeklimi değiştirdi. Geçen zaman değil, ömürdür; ve o ömrün her saniyesi, yaşanması gereken bir hikaye sunar.

Zamanı harcamak yerine, zamanı yaşamak gerekiyordu. Geçen zaman, ömrümüzün simgesiydi; ne kadarını gerçekten yaşadık, ne kadarını ise korkarak boş beyhude geçirdik? O sabah, o keşfi yaparken, zamanı öyle değerli gördüm ki, her saniyenin ne kadar kıymetli olduğunu anlamış oldum.

Geçen zamanın beni nasıl şekillendirdiğini düşündüm ve şunu fark ettim: Zaman sadece bir ölçü değil, yaşamın kendisiydi. Ömrün her anını yaşarken, geçişi izlerken, aslında biz de geçiyorduk. Ama unutma: Geçen zaman değil, ömürdür.

Ne demiş Bohemyalı Franz Kafka; “Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan bir hayat yaşamak, ömrün kaybolmuş bir rüya gibi geçmesi gibidir.” sözünden sonra Oğuz Atay’ın, ‘’kötü bir resim asarım korkusuyla hiç resim asmadım; kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadım’’  sözleri geldi aklıma belki de en büyük pişmanlığıydı Oğuz Atay’ın…..

Son nefeste pişmanlık, sizce de ağır değil mi?

——
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün
hakları saklıdır. İzinsiz
kopyalanamaz.

Mesut GÜNEŞ

Marka Yöneticisi. Hitabet Sanatçısı. Tiyatro. Sinefil. Edebiyat. Tarih. Yazar, Seyyah. BJJ

Bir Yorum

  1. Çok güzel bir yazı olmuş. “An” denilen mefhum aslında bir paradoks. Çünkü an dediğiniz anda o an olmuyor. O an geçmişte kalmış oluyor. “Zaman” denilen kavram da aslında grafik üzerindeki noktalar. Ayrık (discrete) bir grafik. Bu noktalar birleşince de ömür oluşuyor ve devamlı(continuous) grafik gibi geliyor insana sizin de dediğiniz gibi. Zamanın her noktasını belkide bu yüzden dikkatli harcamak lazım.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu