HatıraHikaye

İlk Duruşma: Sanık Hâkim

İlkokul öğretmenliğine devam ederken nihayet Hukuk Fakültesini bitirmişti. Şimdi ne yapmalıydı? İstanbul’a imtihanlara girmek için geldiğinde, öğretmen okulundan dört sınıf arkadaşının da barındığı Çemberlitaş’ta bir yurtta kalıyordu. Adı Yüksek Öğrenim Öğrencilerini Koruma Derneği Yurdu idi. Elli altmış kişilik bir yurttu. Bütün öğrenciler birbiriyle çok iyi geçiniyordu. Huzurlu bir yurttu. Hepsi de memleket sevgisi ile dolu, devlet düzenine saygılı, inançlı gençlerdi. Öğrenci olaylarına, siyasete karışmaktan sakınırlardı. Memleket 12 Eylül askeri darbesine doğru giderken kan, cinayet, gözyaşı, kasvet ve şehvet kokan İstanbul sokaklarından çıkıp bu yurda girdiğinde sanki bir huzur adasına inmiş gibi kendisini huzurlu hissediyor, bir dahaki imtihana kadar hiç dışarı çıkmak istemiyordu. Yurdun açılmasına ön ayak olan şahıs; iyilik sever, merhametli, öğrencileri seven, onlara kol kanat geren, arkadaş olabilen, müşküllerini çözen, hoş sohbetli, güler yüzlü, dost canlısı bir iş adamı idi. Kapısı her zaman öğrencilere açıktı. Öğrenciler bazen sohbetini dinlemek, bazen karar vermekte tereddüt ettiklerinde yardım istemek için randevusuz ofisine gidebiliyorlardı. Kendisi de arkadaşları ile birlikte birkaç defa ziyaretine gitmiş, ilk görüşte kendisini çok sevmişti. Ondan sonra da her müşkülünde çareyi O’na gitmekte bulmuştu. O’nun sayesinde O yurttan mezun olan hiçbir öğrencinin o karanlık zamanlarda burnu bile kanamamış, hepsi de okullarını bitirmiş, iş güç sahibi olmuşlardı.

Mezun olduğunda da istişare etmek, danışmak için ilk O aklına geldi. Kendisini ziyaret etti. Ondan aldığı tavsiyelerden her zaman en iyi neticeyi almıştı. Mütebessim nurlu çehresiyle, gülen gözleriyle müsâfehâ ederken “hoş geldin” dedi, yer gösterdi. Gösterilen yere nezaketle oturdu. Abisi;

– Buyrun kardeşim.

– Efendim Hukuk Fakültesi bitti. Ne tavsiye edersiniz?

– Hayırlı olsun. Tebrik ederim. Hemen Hâkim ve Savcılığa müracaat et. Memleketin daima âdil hâkimlere ve savcılara ihtiyacı vardır. İnşallah iyi bir hâkim veya savcı olursun.

– Peki efendim.

Van’a gitmek üzere vedalaştı. Ayrılırken tam altı yıl önce yine ziyarete geldiği günü hatırladı. O zaman da Hukuk Fakültesini kazanmış, kayıt yapayım mı? diye sormaya gelmişti.

Aslında hedefi, İstanbul’du. Çocukluğundan beri hep İstanbul hayâli yaşamıştı. İstanbul’a gelişlerinde geceleri evlerde yanan ışıkları gördüğünde O evlerde oturanlara özenir, “acaba bir gün ben de bu şehirde yaşayanlardan biri olur muyum?” diye hayâl ederdi. Şimdi o hayâl, hakikat olmak üzereydi. Hukuk fakültesini kazanmıştı. “Efendim Hukuk fakültesini kazandım” dediğinde; “Hukuk Fakültesi, mezunlarına topluma hizmet etme fırsatı veren bir fakültedir, hemen kaydını yaptır. Bizim Çemberlitaştaki yurdumuzda kalırsın” demişti. Sevinci büyüktü nihayet İstanbul yolu açılmıştı. O sevinçle vedalaşıp kapıya yöneldiğinde; arkasından seslenmişti. “Sen şimdi nerde ne yapıyorsun” demişti. Kapıdan çıkmadan dönmüş, “Efendim Van’da öğretmenlik yapıyorum” demişti. Tereddütsüz; “Sen yine öğretmenliğine devam et. Gök her yerde mavidir. Hukuk fakültesini de dışardan okursun. Zaten üniversiteler karışık, terör oralara kadar girmiş, her gün boykot var. Ölenler öldürenler var. Böylesi senin için daha iyi” demişti.

*******

Hukuk Fakültesini kazandığında belki aldığı tavsiye pek hoşuna gitmemişti ama çok isabetli olmuştu. Memleket hızla 1980 darbesine doğru yol alırken terör, şehir merkezlerine iyice yerleşmişti. Bütün yurtlar, fakülteler, dernekler sağcı solcu diye ayrılmıştı. Her gün beş altı öğrenci terör olaylarında can veriyordu. İstanbul’da akşam namazından sonra insanlar sokakları kedilere, köpeklere bırakıyordu. Karanlık çöküyor, silah sesleri başlıyordu. Dev-sol, dev- yol, DHKP-C gibi örgütler, kendilerini, komünist, sosyalist diye adlandıranlar solcu, ülkücüler, milli mücadeleciler, akıncılar ve bu kulvardaki örgütler ise sağcı olarak biliniyordu. Hem sağdan hem soldan onlarca dernek, örgüt vardı. O günlerde üniversite öğrencileri arasında solcu; sosyalist ve komünist, sağcı ise Müslüman ve inanan olarak biliniyordu. Sağ ve sol görüşlü öğrenciler arasında çıkan çatışmada bir kişi öldürüldü haberinden ise “komünistler ve ülkücüler arasında çıkan çatışmada bir kişi öldürüldü” diye anlaşılıyordu. Sadece sağ ve sol görüş arasında çatışmalar olmuyordu. Aynı zamanda hem sağ kendi içinde hem de sol kendi içinde çatışma halinde idi. Bazen her iki taraftan öldürülenlerin aynı tabancadan çıkan kurşunlarla öldürüldüğü tespit ediliyordu. Tam bir kör döğüşü vardı. 1980 Eylül’üne yaklaşıldığında sokaklar öğrenci kanları ile iyice boyanmış, aileler çocuklarını yüreği ağzında üniversiteye gönderiyor, yine aynı şekilde haberleri seyrediyorlardı.

Kendisi tavsiyeye uymuş, Van’da öğretmenliğine devam ederken İstanbul Hukuk Fakültesine sadece imtihanlar için gider olmuştu. İmtihana gittiğinde fakültenin dış kapısında sıkı bir polis kontrolü ile karşılaşıyordu. Dış kapıdan içeri girdiğinde fakülte binasına kadar çınar ağaçları arasından uzanan üç yüz metrelik yolun sağında ve solunda silahlı askerleri beşer metrelik arayla heykel gibi durmuş görüyordu. Bu durum imtihana gireceği amfinin kapısına kadar devam ediyordu. Karşılıklı iki sıra halinde duran bu askerler arasından yürüyerek imtihana girmek bambaşka bir histi. Tedirginlik, korku, endişe, heyecan, gerginlik bu hissin toplamıydı. Amfiden içeri girince başka manzarayla karşılaşıyordu. Amfi bir sinema salonu büyüklüğünde idi ve ortalama dört yüz öğrenci alabiliyordu.

Ortasından yukarıya doğru merdivenli bir yol vardı. Yolun sağında ve solunda sıralar vardı. Yolun içinden yukarı doğru yine silahlı askerler dizilmişti. Burada da sağcılar, solcular ayrı oturuyordu. Kapıda sen sağcı mısın? solcu musun? diye sorulmuyordu. Bir refleks olarak kendisini sağcı gören öğrenciler sağ tarafa, solcu gören öğrenciler ise sol tarafa geçip oturuyordu. İmtihan süresi bitinceye kadar dışarı çıkmak yasaktı. İmtihan bitince önce sağcılar tamamen dışarı çıkarılıp bahçeden ve dış kapıdan Beyazıt meydanına geçişleri sağlanıyor, ondan sonra diğer grup salıveriliyordu. Sadece imtihanlara gelip gittiği için dersin de aynı şekilde yapıldığını arkadaşlarından duymuştu. Bir grup, dersten sonra teneffüse çıkarılırken diğer grup içeride kalıyormuş. İkinci dersten sonra ise diğer grup teneffüse çıkarılıyormuş. Böylece karşı görüşlü öğrencilerin okulda kavga etmelerine engel olunuyormuş.

Bir defasında imtihana geldiğinde üniversitenin meydana bakan dış kapısının önüne bomba atılmış, yedi öğrenci ölmüştü. O sıralarda üniversite solcuların hakimiyetinde olduğu için bu eylem ülkücülerden bilinmiş ve ertesi gün ülkücülerin devam ettiği, meydana bakan binada bulunan kahvehane bombalanmış ve orada da yedi öğrenci ölmüştü. On iki Eylül’e kadar terör olayları hızlanarak devam etmiş, iktidardaki hükümetin hiçbir teşebbüsü olayları durduramamıştı. İhtilalin ertesi günü olaylar bıçakla keser gibi durmuştu.

Bu hercümerç içinde üniversiteyi bitirmişti. Üniversiteyi kazandığında abisiyle yaptığı istişare doğrultusunda bir yol izlediği için herhangi bir zarara uğramadan, mali sıkıntı da çekmeden üniversiteyi bitirmişti. Abisinin bir sözü hatırına geldi. Derdi ki; “İnsandaki en üstün haslet, kâmil akıldır. Eğer o yoksa güzel edebdir. O da yoksa kendisiyle istişare edilecek şefkatli bir kardeştir. O da yoksa devamlı sükûttur.” O bizim istişare edilecek şefkatli abimizdi.

Van’a geldiğinde ilk fırsatta adliyeye gidip hâkimlik imtihanına nasıl müracaat edileceğini öğrenmek istedi. Hukuk Fakültesine öğrenci olduğu günden şimdiye kadar adliyeye hiç girmemişti. Adliyeye doğru giderken bu husus hatırına geldi ve kendi kendine tebessüm etti.

Adliyede bir Hâkim ile görüşmek istiyordu. Bir iki Hâkim odasına baktı. Kimseyi bulamadı. Sonraki bir Hâkim odasının kapısını açtığında içerde yedi sekiz kişi gördü. Sıkış tıkış oturuyorlardı. Hepsi birlikte dönüp kendisine baktıklarında biraz heyecanlandı. Garip garip içerdekileri süzerken makamda oturan kişi;

– Buyurun bir şey mi diyecektiniz.

– Efendim ben Hukuk Fakültesini bitirdim. Hâkimliğe müracaat edeceğim. Bu konuda bilgi almak istiyorum.

İçerdekiler koro halinde “Hayırlı olsun” dediler. Kapıya en yakın oturan, diğerlerine göre daha yaşlı olan kişi, “Koridorun en sonunda, sağdaki odaya git. İçimizde en genç hâkim odur. O sana bizden daha iyi yardımcı olur” dedi. Teşekkür ederek çıktı.

Sonradan öğrenecekti ki; Hâkimler her sabah işe başlamadan önce bir hâkimin odasında toplanıyor, çay içip sohbet ediyorlar. O günkü dosyalarla, karşılaştıkları olayları müzakere, istişare edip ondan sonra mesaiye başlarlarmış. Kapıya yakın oturan yaşlı da Başsavcıymış. Koridorun en sonunda, sağdaki odanın kapısının üzerinde Sulh Ceza Hâkimi yazıyordu. İçeri girdiğinde masasında çalışan genç bir Hâkimle karşılaştı. Selam verip meramını anlatınca yer gösterdi. Güzel giyimli, güler yüzlü bir hâkimdi. Memnun edici bir alâka gösterdi;

– Öncelikle hayırlı olsun. Tebrik ederim. Hâkimlik mesleğini tercih ettiğin için de ayrıca tebrik ederim. Hemen savcılığa, açılacak hâkimlik imtihanına girmek istediğine dair bir dilekçe ver. Savcılık dilekçeni Adalet Bakanlığı, Personel Genel Müdürlüğüne gönderecek. İmtihan gününün belli olması, imtihana kabul ve sonucun belirlenmesi uzun bir süre alacaktır. Bu arada zamanın boşa gitmemesi için hemen Baroya müracaat ederek avukatlık stajını başlat. Çünkü avukatlık stajının adliye kısmı hâkimlik stajına sayılıyor.

– Şu anda ilkokul öğretmenliği yapıyorum. Bu staja engel olur mu?

– Hayır engel olmaz. Ama hâkimlik stajına başlarken öğretmenlikten ayrılman lâzım. O da nakil yoluyla olabilmektedir. İstifa etmen gerekmiyor.

Hâkim beye çok teşekkür ederek ayrıldı. Savcılığa uğrayıp dilekçesini verdi. Oradan da baroya gidip avukatlık stajı müracaatı yaptı. Baro sekreteriyle de öğretmenlik mevzu oldu. O da “engel değil” dedi. Ertesi gün resmen avukatlık stajına başladı. Adliyede tek stajyerdi. Tek olması nedeniyle Hâkim, savcı ve adliye personeli ve avukatlar kendisine çok güzel alâka gösteriyorlardı. Duruşma günlerinde duruşmayı takip ediyor, diğer zamanlarda baro odasında oturup avukatların tecrübelerini dinliyordu. Bazen de hâkimleri, savcıları odalarında ziyaret ederek aklına takılan hukuki meseleleri müzâkere ediyorlardı.

*****

Avukatlık stajının sonlarına doğru Hâkimlik imtihanına kabul edildi. Günü bildirildi. İmtihana beş yüz yirmi kişi müracaat etmişti. On yazılı soru soruldu. O zamanlar mesleki imtihanlarda henüz test yapılmıyordu. İmtihana girenlerin hepsi kazanmıştı. Mülakata kendisi ile birlikte aynı anda dört kişi daha girdi. Kendisine öz geçmişi soruldu. Yanındaki kıza, hâkimlik mesleğini neden tercih ettiği soruldu.

– Hâkimlik mesleğini çok seviyorum, benim idealimdi”

– Peki diyelim ki hâkimliği kazandın, Posof’a tayinin çıktı. Eşin ise gitmene izin vermiyor. İdealin için oraya gider misin?

– Tereddütsüz giderim.

– Yâni eşin kabul etmezse idealin için boşanacak mısın?

– Hayır bir şekilde onunla anlaşır, bir hâl yolu bulur, O’nu ikna ederim.

Heyet bu cevaba gülümsedi. Posof kelimesini ilk orada duydu. Kars’ın bir ilçesiymiş.

Neticeler açıklandı. Beş yüz on üç kişi stajyerliğe kabul edilmişti. Yedi kişi güvenlik soruşturması nedeniyle kabul edilmemişti.

Tayin emri gelinceye kadar avukatlık stajı bitti. Bir ay sonra da hâkimlik stajına başladı.

Staja başladıktan sonra mahkemede geçen avukatlık stajının hâkimlik stajına sayılması için Personel Genel Müdürlüğüne bir dilekçe gönderdi.

Hâkim stajyeri olunca hâkim ve savcılar kendisine farklı bir alâka göstermeye başladılar. Hâkim bey diye hitap ediyorlardı. Duruşmadan önce duruşma dosyalarını incelemek için kendisine veriyorlardı. Savcılar hazırlık evrakını kendisine verip evrakın eksiğinin olup olmadığını, eksik varsa nereden getirtilmesi gerektiğini, eksik yoksa dava açılması mı açılmaması mı gerektiğini, bu kanaatinin gerekçesini, kânun maddelerini evrakın üstüne not olarak iliştirilmesini istiyordu. Bu notları kendileri inceleyip isabetli olup olmadığını söylüyorlardı. Eğer isabetiyle stajyerin notu gibi karar yazılması için evrakı kaleme gönderiyorlardı.

Asliye Ceza Hâkimi bir hanım vardı. Vazifesine düşkün birisiydi. Çoğu zaman duruşma bittiğinde stajyere çay ısmarlar, sohbet ederlerdi. Okumaya meraklı birisiydi. Stajyer de okuma meraklısıydı. Önce duruşma dosyaları üzerine fikir alışverişi yapıyorlar, sonra da okudukları kitaplar üzerine sohbet ediyorlardı.

Staj günleri böyle devam ederken stajyerin gönderdiği dilekçenin cevabı gelmişti. Başsavcı stajyeri bu cevabî yazıyı tebliğ etmek üzere odasına çağırdı. Stajyer başsavcının odasında hayatının en büyük şokunu yaşadı.

Bakanlıktan gelen yazıda “İlkokul öğretmenliği ile avukatlık stajının bağdaşmadığı, bu nedenle mahkeme nezdinde yapılan avukatlık stajının iptaline, talebin reddine, ilgilinin baroya staj başvurusunda bulunurken öğretmen olduğunu bildirmemek suretiyle resmi mercilere yalan beyanda bulunma suçunu işlediği, hakkında soruşturma açılarak 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 343. maddesine göre altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılması için iddianame ile dava açılması, Başsavcılıkça gereğinin yapılarak iddianamenin bir suretinin kişinin şahsi dosyasında saklanmak üzere bakanlık Personel Genel Müdürlüğüne gönderilmesi rica olunur.” diyordu.

Başsavcı hemen yazı işleri müdürünü çağırıp stajyer hakkında soruşturma numarası vererek işlem başlattı. Stajyerin kimliği tespit etti. Başsavcı ifadesini sordu; Stajyer Hâkim, “Ben ilkokul öğretmenliği ile avukatlık stajının bağdaşmadığını bilmiyordum. Öğretmen olduğumu da barodan saklamadım” dese de kendisi bile “Kanunu bilmemek mazeret değildir” kaidesinin cihanşümul bir hukuk kaidesi olduğunu çok iyi biliyordu.

İfadenin ve Bakanlıktan gelen evrakın bir sureti Stajyere verildi ve odadan çıkarıldı. Kısa zamanda iddianamenin bir sureti ve ardından Asliye Ceza Mahkemesinden duruşma gününü bildirir davetiye geldi. Hâkim olma hayali yaşarken ayrıldığı öğretmenliği de kaybedebileceği aklına geldikçe huzursuzluğu tavan yapıyordu.

Bu durumu karısına hiç açmadı. Kendisi yeteri kadar üzülmüştü. Karısına da söyleyip onu huzursuz etmek istemedi. “Seadet-i Ebediyye” isimli ilmihal kitabında, kocanın dışarıdaki üzücü olayları evde anlatarak onları huzursuz etmemesi gerektiği yazıyordu. Bu üzücü olayla tek başına baş etmesi gerektiğine karar verdi. En yakın arkadaşlarına bile açmadı.

Duruşma günü yaklaştıkça heyecanı ve huzursuzluğu artıyordu. Nice geceler yatakta uyur numarası yaptı.

Duruşma günü Asliye Ceza Mahkemesi’ne gitti. Duruşma başlamadan içeri girdi. Duruşmalar hâkimin makam odasında yapılıyordu. Savcı bey de gelmişti. Hâkime hanım duruşma izlemek için geldiğimi zannetti. Yer gösterdi. Hâl hatır sordu. Duruşma başladı. Öğleye yakın mübaşir, mevcutlu dosyaların bittiğini Hâkime hanıma bildirdi. Stajyer Hâkim ayağa kalktı;

– Bir mevcutlu dosya daha var efendim.

Hâkime hanım şaşırdı;

– Hangi dosya?

Stajyer Hâkim dosya numarasını söyledi. Hâkime hanım önündeki dosyalar içinden dosyayı buldu. Kapağını okuyunca daha çok şaşırdı. Hiç beklemiyordu;

– Bu dosyada sanık olarak senin ismin yazıyor. Bu sen misin yoksa?

– Evet efendim.

Hâkime hanım hızlıca iddianameyi açtı ve okudu;

– Bu nasıl olur, öğretmenlik ile staj bağdaşmıyor muymuş?

– Bağdaşmıyormuş efendim.

Stajyerin sanık olarak kimliğinin tespitine geçildi. Savunması soruldu; Ayakta bekleyen stajyere, Hâkime hanım;

– Lütfen oturun.

Aslında savunma ayakta alınırdı. Hâkime hanım burada meslektaşına bir ayrıcalık yaptı. Stajyer;

– Efendim ben öğretmenlik ile avukatlık stajının bağdaşmadığını bilmiyordum. Hatta hâkimlik imtihanına müracaat ederken ne yapmam gerektiğini öğrenmek için adliyeye gelmiştim. Başsavcı beni gençtir, daha iyi bilir diye Sulh Ceza Hakimine göndermişti. O bana yol göstermiş ve hâkimlik imtihanının açılması, neticenin belli olması, mülâkat ve atama zaman alır, bu arada sen avukatlık stajına başla, çünkü adliyede geçen avukatlık stajı hâkimlik stajına da sayılıyor demişti. Öğretmen olduğumu söyledim. Öğretmenlik avukatlık stajına engel değil demişti. Baro sekreterine de öğretmen olduğumu söyledim. O da engel değil demişti. Bu ikisinin de şahit olarak dinlenmesini istiyorum.

Savcı;

– Ama kânunu bilmemek mazeret değildir.

Stajyer;

– Kânunu bilmemek mazeret değil, ama fiilin suç olduğunu bilmemek mazeret olur. Bilmeyerek yapılan bir fiilde de suç işleme kastı olmaz. Meselâ bir avcı gece vakti çalılar arasındaki bir karartıya ayı zannıyla ateş etse, daha sonra bu karartının insan olduğu anlaşılsa bu avcı cinayet ile suçlanamaz. Çünkü ateş ederken insan öldürmek kastı yoktu. Ancak dikkatsizlik ve tedbirsizlik nedeniyle ölüme sebebiyet vermekle suçlanabilir.

Hâkime hanım, “Tanıkları dinleyelim” dedi. Savcı; “bu misal pek bu olaya uymadı diye düşünüyorum, ama tanıklar dinlensin” dedi. Mübaşir Sulh Ceza hâkimini çağırdı. Hâkim bey stajyerin savunmasını doğruladı. Baro sekreteri çağrıldı. O da stajyeri doğruladı, ancak; “Ben halen Baro sekreteriyim, eğer bu şekilde ifadem zapta geçerse mesul olurum” dedi. Stajyer; “Bu şâhidin dinlemesinden vazgeçiyorum” dedi. Hâkime hanım, dosyayı esas hakkındaki mütalaa için savcı beye tevdî etti. Savcı bey esas hakkındaki mütalaasında; “Sanığın her ne kadar ilkokul öğretmeni iken avukatlık stajını yaptığı sabit ise de ortaokul ve lise öğretmenliği ile avukatlık stajının bağdaştığı, ancak ilkokul öğretmenliği ile avukatlık stajının bağdaştığına dair kanunda bir hüküm bulunmadığı, sanığın avukatlık stajına başlarken yanıldığı, bu nedenle suç kastının oluşmadığı beraatine karar verilmesi gerektiği mütalaa olunur” diye yazdırdı. Hâkime hanım da sanığın beraatine karar verdi.

Hâkimlik hayali kurarken ilk duruşmada Hâkim karşısına sanık olarak çıkmıştı.

Hâkime hanım karar gerekçesini hemen yazmış, kendisine tebliğ etmişti. Mütalaaya uygun karar verildiği için savcı bey temyiz etmemişti. Karar bir hafta içinde kesinleşti. Bakanlığa gönderilmek üzere başsavcılığa tebliğ edildi.

Davanın kapandığı zannıyla stajına eskisi gibi devam etti.

Bir müddet sonra başsavcı yine kendisini çağırdı. Odasına girerken yer gösterdi ve önündeki yazıya bakarak; “Senin beraat kararını bakanlığa gönderdim. Ancak bakanlık yazılı emir yoluyla kararın bozulması için Yargıtaya başvurmuş. Yargıtay da kararı kânun yararına, aleyhe etkili olmamak kaydı ile bozmuş” dedi. Stajyere kararın bir suretini tebliğ etti. Kararda her ne kadar fiilin işlenmesinde kasıt bulunmaması nedeniyle beraat kararı verilmiş ise de kasıt ceza kanununda cürüm başlığı altında sayılan suçlarda suç unsuru olmakla birlikte kabahat başlığı altında sayılan suçlarda suç unsuru olmadığı, Sanığın eylemi cürüm olan resmi mercilere yalan beyanda bulunmak suçu olmayıp kabahat olan,765 sayılı TCK m. 528. maddesindeki “Bir memura vazifesini yaptığı sırada isim veya şöhret veya sıfat ve sanatını ve mesken ve ikametgâhını veya doğduğu yeri yahut sair şahsi evsafını beyandan imtina” suçuna tekabül ettiği ve bu suçun işlenmesinde kasıt aranmadığından bu maddeden ceza verilmesi gerektiğinden beraat kararının aleyhe etkili olmamak kaydıyla kanun yararına bozulmasına karar vermişti. Aleyhe etkili olmamak demek ilk verilen beraat kararının geçerli olacağı anlamına geliyordu. Ancak stajyer rahat değildi. Hâkimlik kanununda “hâkimin fiili kânunda suç olmasa bile hâkimlik ile bağdaşmayan bir eylem ise meslekten ihraç edilebilir.” hükmü vardı. Bu hükme göre her an yine ihraç edilebilirdi.

Hâkimlik mesleğine karar vermeden önce istişare etmesi, istişareye göre verilen karara uyarak hakimliğe müracaat etmesi nedeniyle “Her vaki olanda hayır vardır.” diye kendisini teselli ediyordu.

Sanki hiçbir şey olmamış gibi stajına devam etti. Stajın bitmesine yedi sekiz ay kala askere çağrıldı. Yedek subay öğrencisi olarak önce Polatlı Topçu Okulunda dört ay eğitim gördü. Sakıncalı olarak Aşkale 4. Zırhlı Tugay Komutanlığı Topçu Taburu Karargâh Bölüğü’ne kura çekti. Neden sakıncalı olduğunu bilmiyordu. Kendisi gibi elli iki kişi daha vardı. Kendilerine vebalı muamelesi yapılmıştı. Beş yüz kişilik okulun tamamı kura çekme merasimi için spor salonuna giderken onları bir asteğmen nezaretinde bir sınıfa doldurdular. Herkes kura çekinceye kadar beklettiler. Sonra kura için spor salonuna götürdüler. Herkesin dosyasını eline verip gönderdikleri halde sakıncalılara bu şahsî dosyayı da vermediler. “Siz birliğinize gidin dosya postayla gönderilecek” dediler.

Bölük komutanı kendisini çağırdı. “Hiç mahkemeye düştün mü?” diye sordu. Belli ki o da merak ediyordu neden sakıncalı olduğunu? “Evet mahkemeye düştüm” dedi ve başından geçen mahkeme olayını detaylı bir şekilde anlattı. Komutanıyla vedalaşıp ayrıldı.

Birliğine gittikten sonra Karargâh bölüğünün yazıcısına kendisiyle ilgili dosya geldiğinde en önce kendisine haber vermesini sıkıca tembihledi. Neden sakıncalı kura çektiğini merak ediyordu. Büyük ihtimal bu yalan beyanda bulunma meselesi olduğunu tahmin ediyordu. Ama emin olmak istiyordu.

Nihayet dosya geldi. Merakla açıp okuduğunda sakıncalı olma gerekçesinin bu beraatle sonuçlanan dava olmadığını anladı.

Biri İstanbul’da, biri de Bursa’da mobilyacı marangoz iki kardeşi vardı. İstanbul’dakinin atölyesinde masasının çekmecesinde bir tabanca mermisi bulunmuş, bu nedenle de işlem yapılmıştı, diğeri de karşılıksız çek vermişti. Bu nedenle kendisine gizli brifing verilmesi sakıncalı görülmüştü. Van’da öğretmenlik yapan kardeşin bununla ne ilgisi vardı? Hani suçlar şahsi idi? Bir hukukçu olarak çok şaşırdı. Yapacak bir şey yoktu. Demek ki askerî usul böyle idi.

Kardeşine mermi meselesini sorduğunda:

“Evet öyle bir şey oldu ama beraat ettim. Atölyemin karşısındaki evde oturan genç bir kız vardı. Ara sıra atölyeye gelir giderdi. Haberim olmadan bana âşık olmuş. Ben de yüz vermedim. Bir daha atölyeye gelmemesini söyledim. Atölyede olmadığım bir zamanda gelip çekmeceye babasına ait tabancanın bir mermisini koymuş, sonra da ihbar etmiş. Polis geldi. Eliyle koymuş gibi mermiyi buldu. “Bu nedir” dedi. “Benim haberim yok” dedim. Kızın koymuş olabileceği hiç aklıma gelmedi. Atölyemin altını üstüne getirdiler. Hiçbir şey bulamadılar. Beni alıp karakola götürdüler. Nezarete attılar. Çok ısrar ettiler, haberim olmadığını söyledim. İşkenceye tabi tuttular. Coplarla dövüp hemen arkasından başımdan soğuk su döküyorlardı. Bu soğuk su aklımı başıma getirdi. Kızın koymuş olabileceğini ve sonra da ihbar ettiğini söyledim. Beni bırakıp gittiler. Kızın evinde arama yapmışlar, tabancayı bulmuşlar. Babasını karakola alıp ruhsatsız tabancayı nereden aldığını sormuşlar. Adam Zonguldak’ta bir kimseden aldığını söylemiş. Zonguldak’ta verdiği adreste arama yapmışlar. Bir torba tabanca bulmuşlar. Adam silah ticareti yapıyormuş. Beni serbest bıraktılar. Mahkemeye bile çıkarmadılar.” dedi.

Abisine sorduğunda ise: “Evet işlerim bozuldu. Çeklerimi ödeyemedim. Hakkımda davalar açıldı. Ancak hepsini ödedim hakkımdaki davalar düştü” dedi.

Hiçbir şey olmamış gibi askerliğine devam etti. Bu sakıncalılık askerliğini bitirinceye kadar mesele olmadı. Sadece disiplin subayı olması mümkünken bu görev verilmedi.

Nöbetçi olduğu bir akşam nöbetçi subay odasında televizyon izliyordu. Haberler başladı. Kendisini ilgilendiren bir haber geçti. Haberde “ilkokul öğretmenlerine de avukatlık stajı yapma hakkı tanındı” deniyordu. Başsavcının kendisini odasına çağırdığı günkü şok gibi bir sevinç yaşadı. Hemen ertesi gün Bakanlık Personel Genel Müdürlüğüne bir dilekçe yazarak iptal edilen avukatlık stajının geçerli sayılmasını ve hâkimlik stajına eklenmesini talep etti. Kânunların lehe olan hükümlerinin mâkable şâmil olduğu, yeni deyimiyle “geriye doğru yürürlü” olduğu Genel Hukuk ilkesi idi. Dilekçesi hemen kabul edildi. Daha terhis olmadan avukatlık stajı hakimlik stajına eklendi. Terhisten sonra kaldığı yerden stajına devam etti. Staja bir iki ay kalmıştı.

Zaman su gibi akmış, staj bitmişti. Adalet komisyonu müsbet görüşünü yazmış, iş, kurulun stajyeri mesleğe kabulüne kalmıştı. Bu kararı ve kura gününü beklemeye başlamıştı. Müsbet karar verileceğinden emin değildi.

Sakıncalı askerlik, yalan beyanda bulunmak, resmi memurdan mesleğini beyandan imtina bir araya gelince mesleğe kabul konusu zora giriyordu. Bu süre içinde de yine staj devam ediyormuş gibi adliyeye geliyordu.

Bir gün kendisini başsavcı yardımcısının çağırdığını söylediler. Başsavcı izindeydi. Onun yerine yardımcısı bakıyordu. Yeni gelmişti. Ancak stajyerle arkadaş gibiydiler, hoş sohbet, şakacı esprili birisiydi. Stajyer ara sıra odasına gider sohbet ederlerdi. Kapıdan girdiğinde; savcı bey daha hoş geldin demeden, hâl hatır sormadan, oturması için yer göstermeden pat diye; “Maalesef mesleğe kabul edilmemişsiniz” dedi. Stajyerin o anda dünyası karardı. Başı döndü düşecek gibi oldu, düşmemek için duvara tutunmaya çalıştı. Bu manzarayı gören başsavcı vekili korktu, hemen arkasından; “Şaka yaptım. Mesleğe kabul edilmişsin, dört temmuzda kuraya çağrılıyorsun” dedi. Stajyerin bu sözleri anlayacak hali yoktu;

– Ne temmuzu? ne şakası? ne kabulü?

Savcı bey masasının arkasından koşarak geldi. Stajyeri tuttu. Koltuğa oturttu. Hemen bir bardak su istedi.

Stajyer suyu içti. Savcı bey bakanlıktan gelen telgrafı masadan alıp stajyerin eline tutuşturdu. Stajyer okudu, ama bir şey anlamadı. Biraz kendine gelince tekrar okudu. Bu defa savcı beyin şaka yaptığını anladı. Ama sevinecek hali yoktu. Savcı bey de boş bulunup öyle bir şaka yaptığına çok üzüldü. Belki stajyerin başına gelenlerden haberi olsaydı öyle bir şaka yapmazdı. Özür diledi. Biraz sohbet ettiler. Stajyer mesleğe kabuldeki endişelerini anlattı. Bu nedenle yaptığı şakaya tam inandığını söyledi. Savcı bey daha çok üzüldü.

Neticede nihayet mesleğe kabul edilmiş, yaşanan üzücü olaylar da her şey gibi geride kalmış. Tatlı bir hatıra olarak zihninde yer etmişti.

İlk duruşmada sanık olması; hayatında bir daha hiç yaşamayacağı bir tecrübe olmuş, sanıkların dava ve duruşma öncesi içine girdiği psikolojiyi bizzat kendisi yaşamıştı. Hâkimlik mesleğini icra ederken bu ilk duruşmayı hiç unutmamış, her duruşmada kendisini hep sanık yerine koymuştu. Bu empati her zaman kendisini en doğru, en vicdani, en hızlı kararı vermeye zorlamıştı. “Vâki olanda hayır vardır” sözü burada da tecelli etmişti.

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Emin ARICI

Öğretmen, Hakim, Avukat, İlahiyatçı, Mütekaid

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu