Hatıra

Babama Mektup – Adımla Barışmak

Ben dört yaşındayken kaybolmuşum. Babam epey telaşlanmış. Sonra beni bulmuş. Şükür ki yandaki şeker dükkanındaymışım.

32 gün önce ben de babamı kaybettim. Keşke o da yandaki şeker dükkanında olsaydı ama değil. Bedeni şu an kabrinde. Yaşarken ibadetlerini hiç aksatmamasından, ölürken defalarca kelime-i şehadet söylemesinden ve ölümü gülerek karşılamasından iyi bir yerde olduğunu tahmin ediyorum.

Canım babam… Kaybının acısını anlatmak elbette mümkün değil. Her şey henüz çok taze. Kabullendiğimi bile söyleyemem. Her an bir yerlerden çıkıp gelecekmişsin gibi hissediyorum. Seni ölene kadar bir daha hiç göremeyecek olmayı anlayamıyorum. 10 – 20 – 30 belki 40 sene kim bilir? Bununla nasıl yaşanır? Hala kapıyı çocuklara ‘dedemmm hoş geldiniz’ diyerek sen açacakmışsın gibi; çocuklara gizli gizli abur cubur verecekmişsin gibi; camdan her baktığımda bahçede seni görecekmişim gibi; ne zaman darda kalsam koşup gelecek ve eksik kaldığım her yerde beni tamamlayacakmışsın gibi; canım bir şeye sıkılsa bunu yine ilk sen anlayacak beni neşelendirmeye çalışacakmışsın gibi; çocukken bize söylediğin komik şarkılar gibi; portakal kabuklarından yaptığın kayıklar, bebekler, beşikler, bilezikler gibi; sana askeriyedeki kötü anılarını hatırlattığı için hiç sevmediğin hâki renk gibi; gözlerin gibi; çok sevdiğin kanaryalar gibi; bize hiç üşenmeden ayıkladığın nar taneleri gibi; birlikte yaptığımız devasa kardan adamlar gibi; bizi neşeyle uyandırdığın karlı sabahlar gibi … Ama artık bunların hiçbiri yok. Sanki seninle birlikte, benim de birinin kızı olma hissim ve çocuksu yanım yitip gittiler.

Ne söylenebilirdi çocuksu yanımla ilgili? ‘Çocukken çok ağlardın. Geceleri ağlamaktan uyumazdın. Hatta bir keresinde seni şehirler arası otobüste battaniyede sallamak zorunda kalmıştık.’ Evet. Köpeklerden çok korkardım. Kalabalık beni tedirgin ederdi. Peynirin tırtıklı yerini yiyemezdim. Kareli elbisem, kirazlı tokalarım, sobada yanan pembe kazağım… Ben küçücük bir çocukken ve sen doğu görevindeyken geceleri özleminle uyanıp sayıkladığım adın. Ve dalga geçtiklerinde çok ağladığım adım. Bir de ölümünden 1 hafta önce utangaç birkaç cümleyle kendini açıklamaya çalıştığın o simli kalemler. Yani yaşanabilecekken yaşayamadığımız mutluluklar… Dert değil baba, gerçekten dert değil. Hem babalara küsülür mü hiç?

Peki babalar çocuklarına küser mi? ‘Küsmez’ desen de öyle değil biliyorum. Keşke başka türlüsü mümkün olabilseydi. Ama şimdi anlıyorum, bütün küslükler hep ölümü unutmaktan ve insanlıktan yani eksik olmaktan. Ölüm öyle tuhaf bir şey ki sabahı bile beklemiyor. Gece 3 – 4 – 5 hiç fark etmiyor. Seni uykundan uyandırıp, sen daha ne olduğunu anlamadan alıp gidiyor. Eve badana yapılacaktı. Hayır olmaz! Lamine döşenecekti. Mümkün değil! Kızım mezun olacaktı. Beklemez! Hatimim yarım kaldı. Buraya kadarmış! Bari sabah olsaydı. Ne bir an ileri ne bir an geri… Aniden bıçakla keser gibi… Bizi de doğradı geçip gitti.

Senelerim kendimi anlamaya çalışmakla geçti. Bir gün Mektûbât-ı Rabbâni’de şu satırları okudum : ‘…dâirenin merkezi, çevresinden en uzak olan noktadır. Hâlbuki, dâirenin hiçbir noktası, çevreye, merkezinden dahâ yakın değildir. Çünki çevre, merkezin genişlenmiş, açıklanmış hâlidir. [Çevrenin ta’rîfi bile, merkez noktasının yardımı ile yapılır. Çevrenin çizilebilmesi için, pergelin ayağını merkeze koymak lâzım gelir. Merkez olmazsa, çevre olamaz.] Bu bağlılık, merkezden başka, hiçbir noktada yokdur….’* Bu satırların tasavvufi manasını anlamam elbette mümkün değil ama uzun uzun düşününce ikimizin ilişkisine benzettim. Kendimi anlamanın yolunun senden geçtiğini fark ettim. Yakın ve uzak. Sen ve ben. Sonunda seni anlamayı başardım. Kendi kendime söz verdim. Sana yaklaşıp sımsıkı sarılacaktım. O mesafeyi gün be gün kapatıp merkeze ulaşacaktım. Bir adım bile atamadan göçüp gittin. Bir adım bile…

Bu acının zamanla azalacağını biliyorum. İnsanız. Unutmak da bize ait. Bu acının Allahü teâlâ’nın ölmüşlere rahmeti olduğunu da yeni anladım. Onlar artık bizim dualarımıza muhtaçlar ve ben 33 yıllık ömrümde bir an bile böyle yana yana dua ettiğimi hatırlamıyorum. Böyle acı çekmesem böyle dua edemezdim. Keşke hiç geçmese ve ben senin için hep böyle yanarak dua etsem… Kendime bunu unutturmayacak bir şey aradım. Yanımda taşıyabileceğim, hep benimle olabilecek bir hatıra. Bir süre düşündükten sonra buldum. Babamdan bana en güzel hatıra, adım: Nukte. Nükte değil Nukte. Eksikliğimse iki noktadan çok daha fazla. Tıpkı insan olmak gibi. Anlamsız hayatlarımıza ömrümüz müddetince anlam katmaya çalışmak gibi… Adım Nükte olsaydı bu ‘ince anlamlı söz’ demek olurdu. Bense, ince anlamlı olmasına çabaladığım sözlerin müellifiyim.

Bir gün benim de dünya hayatım bitecek. Hiç ayrılık olmayan yerde yeniden kavuşabilmek için ben de tıpkı senin gibi bir Müslüman olmaya gayret edeceğim. Bütün ibadet borçlarımı bitireceğim Allahü teâlâ’nın izniyle. Cennet ibadetlerle kazanılır, oraya yalnızca iyi huylarla girilirmiş. Ben de islâm ahlâkıyla ahlaklanmaya çalışacağım. Seninle yeniden buluşup burada nasıl mutluysak, orada da bir arada ve mutlu olacağız. Ve bu kez sonsuza dek… Bu yüzden sana veda etmeyeceğim. Yalnızca dünya hayatı bitene kadarcık ayrıyız biiznillah.

Seni çok seviyorum canım babam. Yaşarken bunu sana hiç söyleyememiştim ama babalar çocuklarını bilir öyle değil mi?

*260. Mektub

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Nukte UYSAL

Diş Tabibi. Edebiyat Talebesi. Modern Nakış Sanatçısı. Okur. Anne.

Bir Yorum

  1. Duygularınızı çok güzel ifade etmişsiniz. Ben dahil babasını her kaybedenin duygularına tercüman olmuşsunuz. Ama bir çoğu ben dahil duygularını ifade edememiştir. Bu konuda babasını kaybedenlerin öncüsü oldunuz. Tebrik ederim.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu