HatıraHayat

Cinayet

1990 lı yıllardı.

Adam, Orta Anadolu’nun bozkırlarında bir köyde yaşıyordu. Dört çocuğu vardı. Susuz, kurak arazisi bile yoktu. İlçede, inşaat işçiliği yaparak ailesini geçindirmeye çalışıyordu. Kışın çalışması zorlaşıyor, çoğu zaman iş olmuyordu. Çalıştığı zamanlarda da evine düzenli olarak gidemiyordu. Bazen hiç eve gitmediği zamanlar,  haftaları buluyordu. Yüksek enflasyon, şirket iflasları, işten çıkarmalar hayatı ve iş bulma imkânlarını gittikçe zorlaştırıyordu.

Uzun süre ilçede iş bulamayan adam, eniştesinin tavsiyesi üzerine büyükşehire gitmeye karar verdi. Eniştesinin dediğine göre büyükşehirde daha kolay iş bulabilirdi. Kenar mahallede bir gecekondu yapabilirdi. O zaman çocuklarını, ailesini de getirebilirdi. Geçimini daha kolay sağlardı. Köyde iş bulamadığı zaman gelir getirebilecek hiçbir şeyi yoktu. Köye hiç bağlılığı kalmamıştı. Hiç vakit kaybetmeden eşi ve çocukları ile vedalaşıp büyükşehire geldi. Ablasına misafir oldu. O gece kendisi de inşaat işçisi olan eniştesi ile ne yapacağı, nasıl hareket edeceği konusunda detaylı olarak görüştüler. Eniştesi, işinin hazır olduğunu hemen işe başlayabileceğini söyledi.

Ertesi gün işe girdi. Artık devamlı bir işi olmuştu. Evine para gönderiyor, hatta tasarruf da yapabiliyordu. Kısa zamanda eniştesine yakın bir kenar mahallede senetle bir gecekondu arsası aldı. Eniştesinin de yardımıyla, arsaya bir gecede, içinde yaşanabilecek bir ev yaptılar.

Sevincine diyecek yoktu. Artık gidip çok özlediği çocuklarını yanına getirebilirdi.

İşyerinden kısa bir izin alarak köyüne gitti. Eşini ve çocuklarını ve bir iki koli kadar olan eşyalarını alıp döndü. Gecekondularına yerleştiler. Artık onların da yerleşik, beraber, mesud ve düzenli bir hayatları oldu. Baba, her sabah aile efradı ile kahvaltısını yapıyor, keyifle işine gidiyor, çocuklar da aynı neşeyle okullarına gidiyorlardı. Evin hanımı ise gecekondusunu derlemeye, toplamaya, güzelleştirmeye çalışıyordu. Hatta gecekondunun önündeki ve etrafındaki bir iki metrelik boş alana sebze ve yeşillik ekmeyi bile düşünmüştü. Hatta kapının önüne birkaç gül, karanfil, kadife çiçeği bile ekse çok güzel olacaktı.

Günler hızla geçip giderken bir gece karısı, kocasına hamile olduğu müjdesini verdi. Adam bugüne kadar bütün hamilelik müjdelerine çok sevinmişti. Bu müjdeye de gayri ihtiyari sevindi. Hemen sonrasında ise içine bir hüzün çöktü. Zaten dört çocuk vardı. Kazancıyla onların geçimini ancak sağlayabiliyordu. Bu müjde kendisine sürpriz gibi geldi. Ama bu düşündüğü iç âleminde kaldı. Rızkı verenin Allah olduğuna inanıyordu.

Beşinci çocuk dünyaya geldiğinde eve de artı bir neşe geldi. Her çocuk güzeldi, sevimliydi. Ama bu çocuk daha çok sevimliydi. Gözleri bir farklı bakıyordu. İnsanın içini ısıtıyordu. O gözlere dalan babanın yorgunluğunu gideriyordu. Her akşam işten geldiğinde önce bebeğin beşiğine yönelir, kara gözlerine dalar giderdi. Tebessüm ettiğinde tebessümüne karşılık veren masum yüzü daha da güzelleşir, neşesine neşe katardı. Baba oğlunun gözlerinde hülyalara dalarken kendisine kilitlenen gözlerin derin kuyularının karanlığında hüzünlerini ve sevinçlerini yaşıyordu, kendisine sevecen bakan bu gözlerin, aslında katilinin yüzünü seyrettiğini nereden bilebilirdi.

*******

Doğumun üzerinden aylar geçmişti. Bebeği soranlara “büyüyor” diyemiyorlardı. Çünkü bebek büyümüyordu. Büyüdüğü gözle fark edilmediğinden doktora götürdüler. Doktor da çocukta gelişim geriliği olduğunu, emsallerine göre gelişmediğini, çok az geliştiğini söyledi. Birçok test yapıldı. Ancak teşhis konulamadığı gibi, tatbik edilen tedaviler de cevap vermedi. Üstelik çocuk doğuştan işitme engelli idi. Bu nedenle de zaten dilsizdi.

Çocuk dört yaşına geldiği halde değişen bir şey olmamıştı. Bir et yığını gibi duruyordu. Sadece baş kısmı ve sindirimi sağlıklıydı. Yiyip içebiliyor, altını kirletebiliyordu. Bakışlarıyla konuşabiliyor, karşıdakinin gülümsemesine cevap verebiliyordu.  Ailenin diğer fertleri tarafından bu durum kabullenilmiş vaziyette idi. Anne baba bunun kendi imtihanları olduğunu düşünüyorlardı. Anne bu çocuğu da diğer çocuklarından ayırmıyor, hatta ona daha fazla ihtimam gösteriyordu. Onunla geçirdiği vakitlerde, o güzel siması ve gözleriyle konuşuyor, sorular soruyor, kendi sorularına yine kendisi cevap veriyor, çocuk da güzel bakışlarıyla ve tebessümleri ile bu sohbete katılıyor ve annesini âdeta dinlendiriyordu.

Beşinci sınıfa giden bir numara, dördüncü sınıfa giden iki numara, üçüncü sınıfa giden üç numara, ikinci sınıfa giden dört numara çocuklar da bu kardeşlerini çok seviyor ve okuldan gelir gelmez kardeşlerinin başına toplanıp onu seviyor, bakımı için de annelerine yardım ediyorlardı.

Baba işsiz kalmıyordu. Büyükşehirde büyük şirketlerin işleri hiç bitmiyordu. Bir inşaat biter bitmez diğeri başlıyordu. Hatta çoğu zaman birkaç şantiye bile oluyordu.

Aldığı para, kira da ödemedikleri için ailesinin geçimine yetiyordu. İlk başlarda çocuğun durumu, huzurlarını bozdu ise de yine işleri rayına girdi, çocuğun durumunu da kabullenip mutlu bir aile oldular.

******

Dünya fanidir. Her doğum, bir ölümün habercisidir. Ölüm herkese gelecektir. Muhakkak olan şeyi olmuş bilmek lâzımdır.

Amansız hastalık küçücük şeylerle bile mutluluğu yakalayabilmiş bu ailenin orta direğini, annesini yakaladı. Akciğer kanseri teşhisi kondu. Altı ay sonra da bu fani dünyadan ebedi âleme göçtü.

Baba şoktaydı, kedere boğuldu, çaresizdi. Ama ölüme çare yoktu. Definden sonra, ilk aklına gelen bu çocuğa kim bakacaktı. Kendisi çalışmak zorundaydı. Çocuklar okula gidiyordu. Çocuğa bakacak yaşları, tecrübeleri de yoktu. Aklına ablası geldi. Bir hal çaresi bulununcaya kadar bu çocuğu ablasına bırakabilirdi. Taziye için evde bulunan ablasına durumu açtı. Ablası makul karşıladı. Hal çaresi buluncaya kadar on beş gün bakabileceğini söyledi.

Hal çaresi konusunu da konuştular. Eniştesi bir çocuk yuvası veya çocuk esirgeme kurumunun bu çocuğu alabileceğini söyledi. Çocuğu götürmesini, durumunu anlatmasını, geride dört tane küçük çocuğunun olduğunu, kendisinin çalışmak zorunda olduğunu söylemesini tavsiye etti.

Baba bu tavsiyede uyacağını söyledi. Ancak çalışmak zorunda olduğunu, iznini ayarlayıncaya kadar çocuğun ablasında kalmasını istedi. Abla evine dönerken çocuğu da alıp götürdü.

Baba, sabah çocukları okula gönderiyor, işine gidiyordu. Akşam geldiğinde çocuklarla beraber yemeklerini hazırlıyorlardı.  Günler bu minval üzere geçerken ablası köyden bir dul kadın bulduklarını, evlenmeye ve dört çocuğuna bakmaya razı olduğunu, ancak yatalak çocuğa bakamayacağını söylediğini haber verdi. Bu güzel bir haberdi.

Bir hafta içinde kadın köyden geldi. Aile arasında nikâhları resmen ve dinen kıyıldı. Eve yerleşti. Çocuklara ilgisi gayet iyi görünüyordu. Baba memnundu. Her zorluğun arkasından bir kolaylık da geliyordu. Karısının ölümü unutulacak gibi değildi. Ama hayat devam ediyordu. Ölüm ırmağına girenin ırmaktan çıktığını gören olmamıştı. İnsanoğlunun kaderinde ölüm vardı. Çaresi de yoktu. İnsanoğlu içinde bulunduğu duruma uyum sağlamaya, hayatına kaldığı yerden devam etmeye elverişli ve dayanıklı yaratılmıştı. Evinin düzeni yeniden kurulmaya başlıyordu. Rabbine şükretti.

Bir hafta sonra ablası çocuğu getirip eve bıraktı. Evin yeni sahibi bu durumdan hoşlanmadı. Akşam Baba gelince durumu kendisine hatırlattı. Evlenmeyi kabul etme şartının bu olduğunu söyledi. Baba yarın çocuğu esirgeme kurumuna götürüp teslim edeceğini söyledi.

Baba ertesi gün çocuğu küfenin içine koydu. Sırtına aldı. Büyükşehirin en büyük Çocuk Esirgeme Kurumu’na götürdü. Bu işi o gün çözeceğinden umutlu idi. Ancak ilk büyük kapı yüzüne kapanmıştı. Yetkililer kendisine bir çocuğu kuruma kabul etmenin ilk şartının Anne ve babasının olmaması olduğunu, bu çocuğun hem annesinin, hem de babasının olduğunu, bu nedenle kuruma kabul edemeyeceklerini söylemişlerdi. Üvey anneyi de anneden saymışlardı. Baba çok yalvarıp yakardı. Çaresiz olduğunu söyledi. Dört çocuğunun daha olduğunu, çalışmak zorunda olduğunu, çalışmasa bu çocukların geçimini sağlayamayacağını, annelerinin öldüğünü, evlendiği şimdiki karısının sadece diğer çocuklarına bakma şartı ile evlendiğini, devletin kendisine yardımcı olması gerektiğini sanki duvara anlatmıştı. İlk kurumdan umudu kırılmış olarak dönmüştü.

Bir umutla diğer kurumlara da gitmiş, hepsinde de aynı cevapla karşılanmıştı. Son kurumda derdini anlatmaya çalışırken şahit olan bir vatandaş kendisine büyükşehirin yetmiş, seksen kilometre uzaktaki bir ilçesinde bir kurum olduğunu, ilçenin küçük olması nedeniyle yoğunluk olmayacağını, çocuğu kabul edebileceklerini söyledi.

Baba yorgun argın sırtında küfe, evin yolunu tutarken son umut olarak bu vatandaşın tavsiyesini de aklında tuttu.

Eve geldiğinde kendisini karşılayan eşi bu çocuğu kabul etmediklerini anladı. Baba da başından geçenleri ve vatandaşın da tavsiyesini anlattı, “yarın ilçeye gidip bu işi halledeceğim” dedi.

Ertesi gün sırtında, canından bir parça taşıdığı küfesiyle ilçeye gitmek üzere evinden ayrıldı. İlçeye belediye otobüsü seferleri vardı. Otobüse bindi. Otobüs hareket etti. Baba yol boyunca karşılaşacağı muamelenin, diğerleri gibi olması halinde ne yapması gerektiği konusunda düşündü ama bir çıkış yolu bulamadı. Bir tarafta dört sağlıklı çocuğun hayatı vardı. Karısı giderse bu yatalak çocukla birlikte diğer çocuklara bakması mümkün değildi.

Otobüs ilçeye varmadan yol üstünde bulunan yatılı kurumun önünde babayı indirdi. Baba, buraya da boşuna geldiğini kuruma varınca anladı. Muamele aynıydı. Görevlilerin kendisini anlamamalarını çok insafsız buluyordu. Ancak yapacak bir şey yoktu. Devletin de bir düzeni vardı demek ki. Küfesini alıp yola çıktı. Otobüs kısa sürede geldi. Kendisini getiren otobüstü. Otobüse bindi. Yol boyunca kırları seyretti. Zihni bomboş sanki uyuşmuştu. Bir şey düşünemiyordu. Muhakeme kabiliyetini tamamen yitirmişti sanki. Büyükşehire varmadan, kırda bir tepenin yamacına yaklaşırken birdenbire şimşek gibi bir düşünce beyninden akıp gitti. Hemen otobüsü durdurdu. Etrafta hiç mesken, yerleşim olmayan bir yamaçta indi. Şoför ve yolcular bu duruma bir anlam verememişlerdi.

Baba sırtında küfesi yoldan ayrılıp kırlara doğru yürümeye başladı. Yoldan epeyce uzaklaştı. Tepenin arka yamacında yoldan görünmeyen bir yerde durdu. Hareketleri yavaş ve şuursuzdu. Sırtındaki küfeyi indirdi. Küfenin önünde bağdaş kurarak çocuğunu küfeden aldı. Yüzüne,  gözlerine uzun uzun baktı. Gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Sessizce ağlıyordu Baba. Çocuğunun yüzünü sanki son kez seyrediyor, beynine işliyordu. Çocuğu göğsüne aldı. Eliyle çocuğun başını bastırdı. Öylece uzun süre hareketsiz kaldı. Çocuğu göğsünden ayırdı. Yere özenle yerleştirdi. Küfesini sırtına aldı. Yola doğru yürümeye başladı. Yola çıktıktan sonra büyükşehire doğru yürümeye başladı. Hissizdi. Duygusuzdu. Beyni uyuşmuştu sanki. Bir yükten kurtulduğunu ama küfesine çok daha ağır bir vicdan yükü aldığını şehrin kenar mahalleleri görünmeye başladığında anladı. Bu yeni yükü, taşıyamayacağı kadar ağırdı.

Allah’ın verdiği canı ancak Allah alabilirdi. Kim bilir bu çocuğun sakat olmasında ne hikmetler vardı. Belki de bu çocuk evin bereketi idi. Bu zorluğa sabretse arkasından hemen bir kolaylığın gelmeyeceğini kim bilebilirdi. Karısı kabul etmiyorsa en fazla bırakır giderdi. Allah daha merhametli birini yine ihsan edebilirdi. Ancak adam bunların hiç birini düşünmeden bu yükten kurtulmanın kolay yolunu kendince bulmuştu. Daha başına neler geleceğini bilmeden…

Kaç kilometre yol yürüdüğünün farkında değildi. Kendine geldiğinde ablasının mahallesinde olduğunu fark etti. Ablasını ziyaret etmek istedi. Evine yöneldi. Eve vardığında küfesini kapının arkasına bıraktı. Ablası kendisini görünce halindeki değişikliği hemen anladı. İçinden hayırdır inşallah dedi. Kardeşi içeri girdi. Külçe gibi salondaki kanepeye kendisini bıraktı. Yorgun ve bitkindi. Ablası;

– Hoş geldin, ne oldu? İyi görünmüyorsun.

– İyiyim bir şey yok. Çocuğu kuruma vermek istedim, ancak şehirde hiçbir kurum almadı. En son ilçede bulunan bir yatılı kuruma götürdüm. Sağ olsun onlar aldı. Gelirken de otobüsten erken inmişim. Epeyce yol yürüdüm. Çok yoruldum.

– İyi, gözün aydın. Sevindim bu işe. Sen de merak etme, biliyorum çocuğunu çok sevdiğini, onu özleyeceğini. Ara sıra gidip ziyaret eder özlemini giderirsin. Allah devlete zeval vermesin. Bu şekilde elinden tutmasa ailen dağılırdı, çocuklar perişan olurdu. Ben hem ona ve hem de diğer çocuklarına bakmak isterdim. Ancak vaziyetimizi biliyorsun. Benim de altı çocuğum var. İki göz bir gecekondu evimiz var. Bu kadar nüfus bu eve sığmaz. Her iki evi birden idare de imkânsızdır biliyorsun.

Kardeşi, sabit bakışlarla ablasının yüzüne bakıyordu. Ama ablasının dediklerini anlamıştı.

– Sağ ol abla sen elinden geleni yaptın. Sana da çok zahmet oldu.

– Ne zahmeti, kardeşimsin. Sana bir çay getireyim.

– Önce bir su alayım.

Baba çayını içtikten sonra müsaade istedi. Eve geldiğinde akşam olmuştu. Kapıyı açan karısı küfeyi boş görünce sevindi.

– Çocuğu kuruma aldılar mı?

– Aldılar, ama çok yoruldum.

Ertesi gün Baba normal işine devam etti. Aile düzeni yeniden kuruldu. Bu arada kendi kendine vicdanını sakinleştirmeye çalışıyordu. İçinden “Sen çok zor bir tercih yaptın. Canından bir parça olan evladına kıydın. Her baba bu acıya dayanamaz. Bu fedakârlığı yapamaz. Sen ya sağlıklı dört evladına bakamayacak, ailenin düzenini devam ettiremeyecek, dört evladını feda edecektin veya bu tercihi yapacaktın. Kendin için çok zor ama evlatların için olabilecek en iyi tercihi yaptın” diyordu. Günler geçtikçe olayı yavaş yavaş unutmaya muvaffak oluyordu. Artık kendisini iyice işine vermeye başlamıştı. İnsan beyni eşine rastlanmayan bir cevherdi. Sahibinin sebep olduğu en menfi durumu bile müsbete çevirebiliyor, hayata devam hususunda vücut dengesini sağlayabiliyordu. Bir mazeret uyduruyor ve sahibini ona inandırıyordu. Bir tıp öğrencisi “anatomi dersinde beynin anatomisi ve çalışma düzenini okuduğumda böyle kıymetli bir cevheri taşıyan her insana saygım yüz kat arttı” demişti. Baba, beyni sayesinde vücut dengesini bulmuştu ama hayatın ani iniş çıkışları henüz bitmemişti.

*****

Kenar mahallenin çocukları toplanmış, bu güneşli güzel günde ne yapalım diye tartışıyorlardı.  İçlerinden birisi “kır gezisi yapalım” dedi. İlkbahar gelmiş, toprak uyanmıştı. Kış boyunca ölüm uykusuna dalan bütün otlar, çiçekler, ağaçlar uyanmıştı.  Bu fikre bütün çocuklar katılmıştı. Kırlara doğru yürüdüler. Toprak, çiçek, yaprak kokusu birbirine karışmış, mest ediyordu. Farkına varmadan epeyce yol almışlardı. İçlerinden birisi ” aaa! Bakın burada bir çocuk var diye bağırdı. Arkadaşları başına toplandı. Çocuğu gözleriyle incelemeye başladılar;

– Bu çocuk ölmüş mü acaba?

– Gözleri kapalı hiç kıpırdamıyor.

– Elleri ayakları ne kadar küçük, sakat herhalde.

İçlerinden birisi yüzüne elini sürdü, çığlığı attı;

– Bu ölmüş, yüzü çok soğuk.

– Ne yapalım?

– Polise haber verelim.

– Evet, polise haber verelim.

– İki kişi polise haber vermeye gitsin. Diğerlerimiz burada bekleyelim.

Çocuklardan ikisi bir koşuyla mahalledeki polis karakoluna gittiler. Diğerleri de çocuğun yanında beklediler.

Çok geçmeden polis arabası geldi.  Olayın yerini inceledikten, çocukları da dinledikten sonra içlerinden biri telsizle savcıya haber verdi;

– Sayın savcım, mahalle çocuklarının ihbarı üzerine olay yerine gelindi. Görünüşe göre henüz bozulmamış, darp ve kesici, delici alet izi bulunmayan, engelli olan bir çocuk cesedi var. Ne emredersiniz?

– Etrafta delil olabilecek herhangi bir şey var mı?

– Bulamadık sayın savcım.

– Yakında mahalle var mı?

– İki kilometre uzakta var.

– Ekipten biri beklesin, birazdan doktor ile beraber otopsi ve olay yeri tesbit raporu için geleceğim. Diğer arkadaşların ise mahalleye gitsinler, kahvehanede mahallede engelli çocuğu olan var mı? Bir araştırma yapsınlar.

– Baş üstüne sayın savcım.

Ekipten İki kişi hemen mahalleye gittiler. Meydandaki kahvehanelerden birine girdiler. İçerdekilere hitaben;

– Mahallenizde evinde engelli çocuğu olan var mı?

Birisi ayağa kalkıp;

– Evet, var, evleri şu aşağıdaki üçüncü sokakta köşe başındadır.

Polisler hemen tarif edilen adrese gittiler. Kapıyı çaldılar. Kapıyı bir kadın açtı. Polis;

– Sizin bir engelli çocuğunuz varmış, doğru mu?

– Hayır, benim engelli çocuğum yok.

– Ama mahalleli bir engelli çocuğun bu eve getirilirken, çıkarılırken gördüklerini söylüyorlar.

– Doğrudur, kardeşimin böyle bir çocuğu var. Anne öldü. Bakmam için kardeşim bana getirdi. On beş gün kadar baktım. Geri götürdüm. İki üç gün önce kardeşim bana geldi. Çocuğu ilçe kurumuna teslim ettiğini söyledi.

– O zaman çocuğu görsen tanır mısın?

– Tabii ki tanırım.

– Zahmet olmazsa sizi olay yerine götürmemiz gerekiyor. Kırda bir engelli çocuğun cesedi bulunmuş da.

Polisten duyduğu son cümle üzerine ablanın başından kaynar sular döküldü. “Olabilir mi? Kardeşim çocuğu ilçe kurumuna da teslim edemeyince çareyi öldürmekte bulmuş olabilir mi? Yapamaz, kardeşim bunu yapamaz.” Beynini kemiren şüpheden kurtulmak için polise;

– Olur, hemen gidelim dedi.

Abla kapıyı kilitleyip polis arabasına yöneldi.

Olay yerine geldiklerinde savcı ve doktorun da orada olduğunu gördüler. Savcı çocuğu ablaya gösterdi. Abla çocuğun yüzüne bakar bakmaz ağlamaya başladı;

– Evet, bu kardeşimin engelli çocuğudur.

Kardeşinin çocuğunu öldürdüğüne inanamıyordu. Eve geldiğinde garip halini hatırlayınca gerçeğin bu olduğuna inanmaktan başka çaresi kalmadı. İçinden “bu benim için de bir imtihandı. Ama kaybettim. Bir müddet daha sabredip baksaydım, çocuğa bakmamak şartıyla evlenmeyi kabul eden kadını kardeşimin başına sarmasaydım bugün bu acıyı yaşamayacaktım” diye düşündü. Ancak artık geri dönüşü olmadığını da iyi biliyordu. Kardeşi hapse girecekti. Kadın evi terk edip gidecekti. Bir çocuğa bakmaya sabredemediği için şimdi dördüne birden bakmak zorunda kalacaktı. Geride kalan derdin kardeşinin hapse girmesinden daha büyük olduğunu anlıyordu.  Ama ne çare olan olmuştu.

Savcı, cesedi, doktora ölüm sebebini tesbit için tevdi etti. Doktor otopsi yardımcısına çocuğun elbiselerini çıkarmasını söyledi. Sonra vücudunun her tarafını inceledi. Otopsi zaptına;

“Maktulün cesedinin incelenmesinde; herhangi bir yara, kesici, delici alet izine rastlanmadığı, kol ve bacaklarının gelişimini tamamlamadığı, engelli olduğu, üç dört yaşında bir erkek çocuğu olduğu,   tahminen dört gün önce nefessiz kalmak suretiyle öldüğü, kesin ölüm sebebinin tesbiti için cesedin adli tıp kurumuna tevdi edilmesi gerektiği mütalaa olunur” diye yazdırdı. 

Otopsi zaptı ve olay yeri tesbit tutanağı, katibe yazdırıldıktan sonra ceset savcılığın otopsi arabasıyla adli tıp kurumuna kaldırıldı. Heyet olay yerinden ayrıldı.

******

Baba işten gelmiş, okuldan gelen çocuklarıyla birlikte akşam yemeğine oturmaya hazırlanıyordu. Kapı çalındı.

Kapıyı Baba açtı. Karşısında polisleri görünce şaşırdı. Polisler;

– Bizimle Savcılığa kadar gelmeniz lazım.

– Neden?

– Savcılıkta öğrenirsiniz. 

Baba içerden ceketini aldı. Polislerle beraber adliyeye gitmek üzere yola düştüler. Yolda polisler neden adliyeye götürüldüğü hususunda kendi aralarında bile hiç konuşmadılar. Baba çocuğu ile ilgili olabileceğini hiç aklına getirmedi.  Çocuğunun cesedi bu kadar erken nasıl bulunabilirdi. Bulunsa bile kendi çocuğu olduğunu nasıl tesbit etmişlerdi. Başka bir olaydır diye düşünüyordu. Ama adliyelik bir vukuatı hiç olmamıştı.

Savcının huzuruna çıktığında savcının ilk sorusu;

– Engelli çocuğunuz var mı?

– Var.

– Nerde şimdi?

– Çocuk Esirgeme Kurumu’nda.

– Ben orayla konuştum. Dört gün önce oraya götürmüşsünüz, ama şartları uymadığı için kuruma alınmamış ve geri getirmişsiniz. Aynı gün ablanıza uğramışsınız, çocuk yanınızda değilmiş. Ne yaptınız çocuğu?

Adamın bacakları titremeye başladı. İşin ciddiyetini ve inkârın faydası olmayacağını anladı. Olayı olduğu gibi anlattı. Babanın ifadesi bittiğinde Savcı beyin içi ezildi. Baba için çok zor bir imtihan olduğunu düşündü.  Ama vazifesini yapmak zorundaydı. İfadesini yazdırdı. Tutuklama için Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk etti. Baba tutuklandı.

Savcı, bu cinayet davasının kısa sürede çözüldüğüne sevindi. Mevcut delillerle Ağır Ceza Mahkemesine dava açmak üzere iddianamesini hazırladı. İddianame kısa idi. Talep ve iddia bölümünde; “Sanığın öz oğlunu kasten öldürdüğü, bu nedenle 765 sayılı Türk Ceza Kanunu 450. maddenin birinci fıkrası gereğince müebbet hapis cezası ile cezalandırılmasına karar verilmesi talep ve iddia olunur” diyordu.

********

Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı o gün hep düşünceli ve dalgındı. Babanın dosyasının duruşması vardı. Bütün deliller toplanmış, adli tıp raporu gelmiş, tanıklar dinlenmiş, dosya tekemmül etmişti. Babanın öz evladını öldürdüğü kesinleşmişti. Cezası da belliydi. Ancak başkan kendisini onun yerine koyuyor, çaresizliğini anlıyor, suçu;  Anayasada niteliklerinden biri,  sosyal olan devletin onun elinden tutmamasında, yardımcı olmamasında buluyordu. Aslında bu cezayı devlete vermek lazımdı. Ama Ceza Kanunu’nda devleti cezalandırmak için bir madde yoktu.

Duruşma kısa sürdü. Savcı mütalaasında iddianameyi tekrarladı. Sanık takdiri mahkemeye bıraktı. Mahkeme heyeti de oy birliğiyle sanık babaya müebbet hapis verdi. TCK.59 maddesi gereğince takdiri tahfif sebebi tatbik ederek cezayı 30 yıl ağır hapis cezasına indirdi.

******

Hâkim bey, Orta Anadolu’nun Bozkır ilçelerinden birine geleli bir yılı geçmişti. Bozkır ıstılahını coğrafya dersinden okumuştu. Şimdi burada bozkırı yaşıyordu. Yüksek dağları olmayan, dümdüz ovaları da olmayan, yaz ortasından sonra yeşili görülmeyen, her yere koyu sarı bir rengin hâkim olduğu, çağlayan dereler yerine kuru dereleri bol bir yeryüzü düşünün. İşte orası bozkırdır. Trakya’nın her tarafı yemyeşil, yaz kış çağlayan dereleri görebileceğiniz, Karadeniz’in yaslandığı Istıranca dağlarının eteğinden Bozkıra gelince tesirini iliğinize kadar hissedersiniz.

Bu ilçede kendisine Asliye Hukuk Mahkemesi yetkisi gelmişti. O zamanlar Asliye Hukuk Mahkemeleri şimdiki Aile, İş, Ticaret, Fikri Haklar, Tüketici, İcra Ceza, İcra Hukuk Mahkemelerinin görevine giren bütün işlere bakıyordu. Çerçi kadın bohçası gibi idi. Hâkim bey Ceza Mahkemelerinden pek hoşlanmıyordu. Bu mahkemeyi de kendisi talep etmişti. Yetki de talebi gibi gelmişti.

Çalışma odasına henüz girmişti ki kırk yaşlarında bir kadın elinde dilekçe ile odaya girdi. Hâkim bey, elinden dilekçesini aldı. Masasına geçerek okumaya başladı. Dilekçe oldukça kısaydı. Hâkim bey böyle dilekçeleri çok severdi. Bazı dilekçeler kırk sayfa olduğu halde içinden sahibini haklı çıkaracak bir cümle bulunamazdı. Böyle dilekçeleri okumak Hâkim beye resmen işkence olurdu. Hâkim bey artık tecrübesiyle uzun dilekçe sahiplerinin ekseriyetle haksız, kısa dilekçelerin de ekseriyetle haklı olduğu peşin hükmüne varmıştı. Kadın dilekçesinde kocasının cinayet suçundan otuz yıl ceza aldığını, Türk Medeni Kanunu 163. Maddesine göre boşanmalarına karar verilmesini talep ediyordu. Hâkim bey peşin hükmünde yine haklı çıkmıştı. Kadına döndü;

-Çocuğunuz yok mu?

-Hayır, yok efendim.

Hâkim bey içinden sevindi. Oldum olası çocuklu aileleri boşamakta çok zorlanıyordu.

Dilekçenin üst köşesine “Dosyanın, Ağır Ceza Mahkemesinden istenmesine, Nüfus Aile Kayıt Tablosunun Nüfus Müdürlüğü’nden istenmesine, dilekçenin davalı vasisine tebliğine” notunu yazdı. Dilekçeyi kadına vererek kaleme götürmesini söyledi.

*******

Duruşma günü mübaşir kadını çağırdığında Hakim bey kürsüde  dosyayı önüne almış inceliyordu. Ağır Ceza dosyası ve nüfus kayıt tablosu dosyaya gelmiş, vasiye tebligat yapılmıştı. Ağır Ceza dosyasında verilen karar dosyanın en üstünde duruyordu. Kesinleşme şerhine baktı. Dosya kesinleşmişti. Hüküm kısmında otuz yıl ağır hapis cezasına karar verilmişti. Nüfus kayıtlarını inceledi. Cinayet sanığı, duruşmaya gelen kadının kocasıydı.

Dosya tekemmül etmişti. Hâkim bey kadına son kez boşanmak isteyip istemediğini sordu. “Boşanmak istiyorum” dedi. Hâkim bey tarafların boşanmalarına karar verdi. Duruşma beş dakika sürmüştü. Mübaşir sıradaki dava taraflarını çağırırken Hâkim bey kadının dosyasındaki Cinayet dosyasını duruşma bittikten sonra incelemek üzere ayrı bir yere koydu. Cinayetin neden işlendiğini, dosyanın muhtevasını merak etmişti.

Öğleye yakın bütün dosyaların duruşmaları tamamlanmıştı. Hâkim bey kürsüden inmeden ayırdığı dosyayı okumaya başladı. İyice kabarmış dosyanın okunması saatler sürdü. Hâkim bey öğle arası tatilini, öğle yemeğini unutmuştu. Dosyayı bitirdiğinde başını kaldırdı. Kan çanağına dönen gözlerini karşı duvara dikti. Heykel gibi öylece hiç kıpırdamadan uzun süre durdu.

Bu nasıl bir imtihandı böyle. “Allah hiç kimseyi böyle bir imtihanla karşı karşıya bırakmasın” diye içinden dua etti.

Emin ARICI

Öğretmen, Hakim, Avukat, İlahiyatçı, Mütekaid

Bir cevap yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu