Bir gün dedeniz ölüm döşeğinde yanına çağırsa sizi…
Dese ki;
“Evlat; bende sana verilmek üzere bir emanet var. Dedem bana açmadan sana teslim etmem şartı ile verdi bu emaneti. Ben artık yolcu gibiyim al emanetini şu sandığın içinden.”
Sandığı açsanız üzerinde şimdiki harflere benzemeyen harflerle yazılar yazan bir zarf bulsanız…
Nasıl? Heyecanlı değil mi? Neyse…
Ne yaparsınız?
O yazıyı okumayı bilen birini ararsınız…
Bulursunuz birisini ve merakla oturursunuz karşısına…
Dedeniz; kendi yaşadığı dönemde ki (yani yaklaşık 100-120 yıl önce) o güzelim, zarif mânâlı, akıcı Osmanlı Türkçesi ile yazmış o mektubu size…
Mektupta sevgi var, aşk var, ilim var, tarih var, ahlak var, nasihatler var, DİN var…
Hatta sizin bilmeniz gereken, size özel konular var.
Sevinirsiniz, şaşırırsınız ama bence en çok üzülürsünüz.
Size göre; O mektubu yalnız başınıza okumalıydınız dedenizle karşılıklı sohbet eder gibi…
İşte kendi öz dilinden, kendi özünden uzak kalmak böyle üzücü…
Hazineler var kütüphaneler de; bizzat bize yazılmış mektuplar, hastalıklara şifa reçeteleri var.
Mükemmel bir medeniyeti ayakta tutan direkler var, dünya da rahat (!) yaşama yolu; ahiret yolcusuna yol azığı var.
Kurtulacakmıyız bu gafletten ve sefaletten yoksa hazineler üstünde dilenmeye devam mı?
Karar bizim…
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.