Hikaye

Sokak Köpeği

Sevgili Olivya,

Bu mektubum sana ulaştığında, buralardan gitmiş olacağım.

Seninle uzun uzun yürüyüşler yaparken içimi dökmek isterdim. Bir veda mektubu bırakacağımı hiç düşünmemiştim. İçimden geçenleri ve nasıl bir ruh hali içinde bu sonu meçhul yolculuğa çıkmaya karar verdiğimi bil istedim.

Bugün bir hadiseye şahit oldum:

Bir kadın ellerindeki zehirli hançerleri düşmanına saplıyormuşçasına önündeki bebek arabasını hiddetle sallıyordu. Öfke nöbetinin esir aldığı hırçın bakışları bebek arabasının önüne duran dört-beş yaşlarındaki oğluna dikilmişti. Göz çukurlarından uçup fırlayacak gibiydi patlak patlak bakan göz yumurtaları.

Minicik elleriyle bebek arabasının bir ucundan tutan çocuk, bir yandan kaldırımdan geçenlere yol vermeye çalışıyor, diğer yandan annesinin öfkeyle sarsa sarsa itip çektiği bebek arabası incitmesin diye gerisin geriye çekiyordu ayacıklarını. Bir an olsun annesinin bezgin, bıkkın ve isyanlar içindeki çehresinden ayıramıyordu bakışlarını. Daha fazla sinirleneceğinden endişe ediyordu besbelli ki… Sadece “Tutacağım anneciğim…” diye mırıldanıyordu.

Öfke nöbeti patlak verene kadar kadın kar beyaz bulutlar içindeki yatağında toz pembe rüyalar görerek yürüyordu kaldırım üzerinde. Dükkân camlarına kocaman harflerle yazılan “İndirim” ilanlarını, dönercilerden yükselen yanık et kokularını, manavların tezgâhlara yansıttığı parlak ışıkları, buzlar içinden şaşkın şaşkın bakan balıkları, müşteri yolu gözleyen çiğ köftecileri fark etmeden yürüyordu.

Bebek arabasının bir ucundan tutunarak yürümesi için ikaz ettiği o velet emrine itaatsizlik edip önden önden koşturmamış olsa kim bilir neler düşleyecekti: Gelişmiş ülkelerin başkentlerinden, pahalı restoranlardan, jakuzili otel odalarından, havuzlu bungalovlardan, kanyonlardan, adalardan, orman ve dağlardan özçekimler (selfie) paylaşacaktı mesela. Hem de çok az kimsenin elini uzatabildiği markalardan kıyafetler giyinerek ve bedeninin çeşitli yerlerine estetik ameliyatlar yaparak…

Oğlunun aniden dörtnala koşturması genç kadını ihtişamlı hayal âleminden hakikat dünyasına indirmişti.

Kâbusa uyanmış gibiydi. İstanbul’un herhangi bir kenar mahallesindeydi. Senin de üzerinden sıkça yürüdüğün, her birkaç yılda bir sökülen parke taşları, onarılmaktan çingene paçavrasına dönen o bildiğin kaldırımlar işte… Birkaç aylık bebeği, birkaç yıllık oğlu ve on yılı devirmiş külüstür bebek arabasıyla Marmara denizi üzerinden gelen demir kesen soğuk rüzgâra karşı yürür bulmuştu kendini.

O anda içinde bulunduğu hayat şartlarının bütün sorumlusu o sübyanmış gibi görünmüştü gözünde. İşten gelir gelmez yemekleri hapur hupur mideye indirip televizyon karşısına uzanan bakımsız koca göbekli beyi, kaynanası, görümcesi, eltileri, fakirlik ve bedbahtlığına katkı sağlayan ne varsa hepsi bir anda kanı beynine sıçratmıştı. Gidip gezemediği şehirler, giyemediği kıyafetler, edinemediği hobiler sanki o günahsız çocuk gibi görünmüşlerdi gözüne.

Nerede hata yapmıştı? Ne yaparsa hayatın üzerine fırlattığı ağdan kurtulabilirdi?

Daha farklı biriyle evlenmiş olsa nerelerde olacaktı kim bilir. Ekranlarda gördüğü onca bahtiyar hatundan eksik kalır bir yanı yoktu halbuki.

İçindeki bebeği rüzgârdan korusun diye bebek arabası tamamen kapatılmıştı. Onun için bebeğin kız mı, oğlan mı olduğunu anlayamadım.

Hadisenin yaşandığı kaldırımdan tamamen tesadüf eseri geçiyordum. Birkaç adım öteye gidince unutup gidecektim gördüğüm manzarayı. Nedense bir türlü kafamdan çıkaramıyordum rakibini iki eliyle birden döven boksör misali bebek arabasını oğluna doğru savuran o kadını. Kalbime bir sancı inmişti. Yanacıkları soğuktan kıpkırmızı olmuş, tombul eliyle bebek arabasına tutunan o çocuğun zavallı bakışları içimi burkmuştu.

Defalarca kendime “Yeni çıkan itlaf kanunu, karnımı doyurma, gece adam gibi yatacak bir yer bulma… Benim düşünecek onca sıkıntım varken bir de sallanan bebek arabasını mı düşüneceğim,” diye telkin etsem de gözlerimin önünden kaybolmuyordu.

Allahtan dişi değilim! Memelerimde yarım düzine yavrum olsa ben de sallamaz mıydım patilerimi? Enflasyon oranı arttığından beri Menekşe Sitesi önünde doğru dürüst kemik koyulmaz oldu. Kolları sıvamışçasına poşetlerin ağzını sıvıyorlar ve koyuyorlar bayat ekmekleri… Azı dişlerime layık iki kemik koysanız ne olacak?

Sen tabi ta Londralardan geldin buralara. Âdemoğlu ırkının evlerinde, el bebek gül bebek büyütüldün. Bilmezsin sokakta yaşamanın ne demek olduğunu.

Oya hanım seni gezintiye çıkardığında ipini en çok saldığı, seni en çok serbest bıraktığı noktaları tespit ederdim. Benimle iki kelam daha fazla konuşasın diye nefesimi tutarak beklerdim her seferinde. Güvercinlerin “Yine geldi bizim mecnun,” diyerek kıkırdaşmaları bana bir başka heyecan bahşederdi. Senin için bir cefâya katlanma şecaati göstermiş hissederdim.

Bazı geceler deniz kenarına giderdim. Yüksekçe bir yer bulur, çenemi ön patilerimin üstüne koyup uzakları seyrederdim. Mehtap, yıldızlar ve yakamozlara baktıkça sen gelirdin aklıma. Umutsuz bir aşk mıydı benimkisi? Dolunaya âşık olmak gibi bir şeydi. Hani hiçbir zaman erişemeyeceğini bile bile seyredersin… Ve bilirsin maşukuna kainattaki bütün yıldızların âşık olduğunu.

Karanlıklar içinde elmas gibi parlayan sayısız yıldızdan biriyim…

Sen ve mehtap kararsız mizaçlara sahipsiniz: Arada bir bulutların ardına gizlenirsiniz. Kâh incelip hilal, kâh dolgunlaşıp dolunay olursunuz…

Issız gecelerin kalbinde semâya bakıp uluduğum olurdu.

Oya hanım bazen kucağına alıveriyordu seni. Yağmurlu havalarda seni hiç yere bırakmadan evine döndüğünü bilirim. Hasbelkader yürütüldüğün yoldan geçen ecnebilerle koklaştığına şahit olmuştur bu gözler.

Yüreğimden gözlerime doluşan, bakışlarıma binip sana doğru koşan hislerimi okumamış olamazsın. Hatırlar mısın bir keresinde narin çeneni kulağıma yaklaştırmış ve içini çekerek “Sendeki tasma hassasiyeti ve bendeki ‘korumasız kalma endişesi’ olmasaydı” demiştin.

İçimde yaşatacağım seni Olivya! Hem de tasmasız olarak…

Ancak bilmelisin ki sana olan aşkımın içinde her daim bir parça nefret var olageldi hep.

Tüylerime losyonlar, kremler, pudralar… sürülmüyor olabilir. Bir defa olsun veterinere görünmediğim de doğrudur. Tırnaklarımı kesen, saçlarımı kırpan olmadı hiç. Ama sandığın gibi kara cahil değilim. Sen kendini hep daha kültürlü, daha modern görüyorsun. Tepeden bakıyorsun etrafındakilere…

Bu mektubu kendime siper ederek yüzüne haykırmak istiyorum: Sen bir akvaryum balığısın! Dere, nehir, göl, deniz okyanus görmeyen bir balığı balıktan saymak ne kadar doğru olur!

Herkes yaratılışındaki tabiata göre yaşamalı. Onun için gidiyorum buralardan…

“Boynundan tasmanı çıkardıkları bir günde, fırla sokağa,” demiştim sana. “Yapamam ki…” derken kulak ve kuyruğunun aldığı şekilden anlamıştım ev köpeği olarak can vermeye razı olduğunu.

Umarım bir gün bu çark-ı felek seni sokaklara terk etmez.  

Uzaklara gideceğim. Herhangi bir küçük kasabaya. Genlerimde çoban köpeği kanı var benim. Bütün şehirlerin plakalarını ezberledim. Atacağım kendimi bir kamyonun arkasına.

Yabanlarda avlanıp besleneceğim. Bayat ekmeklerden, genetiği ile oynanmış mamalardan, nadiren denk gelen etsiz kemiklerden çok uzaklara…

Elbet vardır şu gök kubbe altında betonların az, yıldızların çok olduğu bir yer.

Elektrik olmayan bir köy bulacağım kendime. Seher vaktinde horozların öttüğü, ezanları hoparlörsüz insan sesi, her şeyi ile tabii bir karye olacak. Ne ekmeklerinde gözüm olacak ne de etli kemiklerinde. Kuyruğum dimdik yaşayacağım. Şerefimi korur gibi koruyacağım bağ, bahçe, tarla, sürü ve canlarını.

İnsanlar tarafından gömülme şansım olmayacak! Doğru… Onu da çok düşündüm. Hiçbir canlının bulamayacağı çok yüksek bir yere çıkacağım ebedi daveti kabul etmek için. Geceleri yıldızları seyredecek kemiklerim. Kışları karlar atlında kalacak. Her sabah rüzgârı selamlayacak ilk baharda.  

Olivya’m!

Atalarımızın insanoğlu ile yaptığı mukavele neydi, bilir misin? Biz koruyacaktık: Evlerini, tarlalarını, canlarını, çocuklarını, sürülerini… Gerekirse bu uğurda can verecektik. Alın teri dökecektik. Hak edecektik.

İnsanlar betondan kutularda yaşamaya başladığından beri hayatın nizamı bozuldu. Benim gibi tasmasızlara “sokak köpeği”, senin gibi tasmalılara Luna, Kırpık, Charlie, Kara, Cooper, Pamuk, Bıdık, Bella, Boncuk, Milo, Lucy, Fıstık… denildi. Biz bu muyuz gerçekten?

Çıldırmışçasına bebek arabasını kendi evladı üzerine sallayan kadından ne farkımız var? Olmamız gerektiğini tasavvur ettiğimiz yer ile sıkışıp kaldığımız gerçekler arasındaki dehşet verici uçurumun farkına varırsak hangimiz cinnet geçirmeyecek?

Hayat şartları hangimizi çarmıha germedi? Sana çakılan çivi “korumasız kalma endişesi”, benimkisi “sokak köpeği” olmam.

Kızgınlıkla arabasını sallayan şu kadın hikayesini niçin anlattım sana?

Sen kaderine kâil olmuşsun. Sana lütfedilen hayat şartları her ne ise barışmışsın onunla ve huzur içindesin. “Aşılarımı yaptırmak için, üniversitede okuyan biricik oğluna bu ay harçlık göndermedi,” dediğini hatırlıyorum. Sarf ettiğin bu cümleyi düşündükçe anlıyorum: Belki de insanlarla dört duvar içinde yaşaya yaşaya yaradılışındaki yeri unutman gereken noktaya gelmiş olabilirsin. Belki de sen artık saf bir “köpek” olmaktan çıktın. Belki de bambaşka bir ırk olmuşsundur. Hislerimiz, düşünüşümüz, hatta biyolojimiz bile farklılaşmış olabilir.

Bebek arabasını sallayan o kadın… Evinin geçimi için didinen kocasına “beyaz atlı süvari” nazarıyla baksa, dünyadaki hiçbir makyaj, estetik cerrah veya kıyafetin o masum yavruların bir tebessümü gibi bir güzellik bahşedemeyeceğini bilseydi keşke.

Sen neredeyse köpekliğini terk edecek noktaya varmışsın. Benimle gelmeyip Oya hanımla yaşamaya karar verdin. Bu kadınla kıyaslayınca, sadakat, kadirşinaslık ve vefakârlık uğruna başka hayatların hayalini dahi kurmadın. Uzak diyarlara gelmeyi reddedip o tasma altında yaşamaya razı oldun. Belki de asalet budur. Belki de atalarımıza yaraşır “köpeklik” mertebesi budur.   

Hayatın bahşettiklerinden hoşnut olmayan o kadının hayalinde, ekranlarda gördüğü onlarca hatununun hayatlarının toplamından oluşan fantastik bir yaşama tarzı var. Kendisi de tam olarak ne istediğini bilmiyor aslına bakarsan. Daha doğrusu hepsini istiyor. Depresyondan depresyona sokuyor kendini. Bîçâre kocası nasıl rekabet etsin karıları hunharca para harcayan onlarca zengin adamla? Her neyse…

Bana gelince… Başkaları ile kıyaslamayacağım kendimi Olivya! Başkalarında görüp özendiğim hayâlî/fantastik bir hayat özlemiyorum ben. Kendi köklerime dönmeyi tercih ediyorum.

Muntazam şekilde veterinere götürülen, tüyleri kırpılan, kucaklarda taşınan, tırnakları kesilen, türlü gıdalar yedirilen tasmalılardan olmak istemiyorum. Öfkeyle salladığım o bebek arabasının habersiz ve masum muhatabı olan çocuk benim! Kendim…

Madem sahipsiz sokak köpeği olmakmış kaderim, şu güneşi kandil, şu sahrâları sokak belleyeceğim.

Kaldırımım dağlar, yolum ortaya,
Her gece ufukta hür yatacağım.
Beni gören şu en uzak noktaya,
Aşka gelip ulu od yakacağım.

Olivyam! Olivyam! Narin patiklim!
Senin dek mülayim değil hiç iklim!
Bana darlık veren, tasman… Ciciklim!
Bir gün bu zincirden kurtulacağım.

Yapma! Eyleme! Olivya… “Bebek arabasını öfkeyle sallayan o kadının başı açık mıydı, örtülü müydü?” diye sorma. Ne olursun yapma!

Senin gibi insaflı birinin çocukta meydana gelecek ve ömür boyu yanında taşımak zorunda kalacağı anne kompleksinin sonuçlarına kafa yormasını beklerdim. Erkek çiçek uzatmazsa kadın diş gösterir, doğru. Ama kadın çiçek uzatamazsa hayat azı dişini gösterir, unutma.

Sana neden anlatıyorum ki bunları! Sen kısırlaştırılmış akvaryum itisin! Hiçbir zaman çiçek uzatacak veya diş göstereğin bir kocan, üzerine bebek arabası sallayacağın bir evladın da olmayacak. Manikürlü tırnaklar ve kırpılmış tüylerle kucaklarda yaşayacaksın.

Sana aynı anda aşk ve nefret besleyen “Sokak Köpeği”…

………………………………………………

Yazar: Necip YILDIRIM
Yayın Yılı: 2025
ISBN: 978-625-00-7308-7
Türü: Kısa Hikâye
Bütün hakları saklıdır.

………………………………………………

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Necip YILDIRIM

Polyglot. Yazar. Şair. Müteşebbis. Uluslararası İlişkiler. Psikoloji. Kuantum. Edebiyat. Yolcu. Ressam. Hattat. Baba. Îşân.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu