İsimsiz biri Serâzât e-posta adresine aşağıdaki metni göndermiş. Rica edildiği gibi hiç bir müdahalede bulunmadan orijinal şekliyle neşrediyorum:
“Önemli konularda karar vereceğim zamanlar gün doğarken uzun uzun yürümek âdetimdir.
Balıkesir’e bağlı Ayvalık ilçesinde yaşıyorum. Dün sabah terliklerim elimde, paçalarımı kıvırmış sahilde yürüyordum.
Genellikle uzaklara doğru bakıyor, düşüncelerimin berraklaşması için göğüs kafesimi Ege Denizi üzerinden esen rüzgarla dolduruyordum. Yeni doğan güneşin kıpkızıl ışıkları ile köpük köpük kumlara koşan dalgaların şakalaştığı çizgi üzerinde bir pet şişe fark ettim. Çevre temizliğine karınca kararınca bir katkım olsun düşüncesiyle çöpe atmak niyetiyle eğilip aldım. Yürüyüşümü elimdeki pet şişeyle sürdürürken, içindeki muntazam şekilde katlanmış kağıt çekti dikkatimi.
Kağıdı çıkardığımda bir mektup olduğunu fark ettim. Online mecralarda pek aktif değilim. Torunum size göndermemi tavsiye etti. Şâyân-ı dikkat bulursanız, mektubu aslına sadık kalarak okuyucularınızla paylaşmanızı rica ediyorum.
Pet şişeden çıkan mektup:
Sevgili Türkiye’m!
Bana çocukluğumu hatırlattın hep: Babaannemin tandırdan yeni çıkardığı sıcacık ekmeğin kokusunu andırdı çiçeklerin. Babamın saçlarımı okşayan elleri gibiydi kaldırımların. Sokak lambaların, annemin üstüme örttüğü yorgan gibi ısıttı içimi.
Ve işittim… Duydum… Kulağıma geldi ki…
Varlığım tenini incitiyormuş!
Omuzlarına binen fazlalıkmışım!
Güzel gönlünü rencide ediyormuşum!
Sırtında yükmüşüm gibi hissederek yaşayamazdım.
“Afgan başka bir milletin adıdır. Ben Afganistanlı Türk’üm!” diye serzenişte bulunmadım. Öz değerlerine yabancılaşmış bizim oradaki komünistlerden biliyordum: Konuşmak yersiz olacaktı.
“Yük değiliz, bu yurdu güzelleştirmek için alnımızın teriyle gayret ediyoruz,” demenin bir mânâsı olmayacaktı. Kızıl Ordu askerlerinin Kalaşnikof mermisinden daha çok acıtan sözler sarf edilmişti. Amerikan bombalarından daha beter parçalayacak sözler işitmiştim.
Bir bota binip gitmeye karar verdim. Ayağımdaki terliği, kıyafetimdeki yamayı, bedenimdeki şarapnel izlerini göstermeden gideyim istedim. Konuştukları lisanı bilmediğim bir grup yabancının içindeyim. Nereli olduklarını bilmiyorum.
Yazma konusunda iyi değilimdir. Yerini bulmayan bir söz olduysa, iyi niyetime veresin.
Bu mektubum altın renkli kumlarla bezeli sahillerine vurduğunda, nerede olurum bilmiyorum. Başıma geleceklerden habersizim.
Ama sen merak etme!
Benden geriye kalanlara vasiyetimi bıraktım.
Allah saklasın! Bir gün yeniden bir kurtuluş savaşı verecek olursan nefer olup sana koşacak erlerimiz. Kulaklarındaki küpeler, kollarındaki bilezikler şöyle dursun; parmaklarındaki evlilik yüzüklerine kadar çıkarıp sana yardım olarak göndermekten zerrece tereddüt etmeyecek hatunlarımız.
Aldırmayacaklar “Afgan” diyenlere! “Bilen vardır, bilmeyen vardır,” diyecek ve bilmeyenleri bilenlere havale edecekler.
Bizzat yazdım vasiyetime…
İkinci defa yuvamı, vatanımı geride bırakmak çok zor geldi.
Yunan silahından çıkacak bir serseri kurşunun göğsüme saplanacağını, balıklara yem olacağımı bilsem de duramazdım.
Kem söz yabancıdan değil, kardeşten geldiğinde bir başka yakar ruhu…
Sana kırgın değilim. Bilirsin… Hürriyet ve haysiyetine düşkün kardeş diyarların insanıyız. En iyi sen bilirsin bunu…
Minarelerinden yükselen sesleri dedemin tilavetini hatırlatan güzel sesli Türkiyem! Bir işaretin yetişirdi halbuki: Bin canım olsa feda ederdim uğruna… Düşünmeden…
Hakkım sana helaldir…”