KitapTahlil

Yabancı – Albert Camus

Albert Camus’un ilk eseri olan bu kitap, Fransızca adıyla “L’Étranger”, sonraki yazacağı eserlerinde de işleyeceği varoluşçuluk ve absürdizm felsefelerini temel konularını içerir. Kendisi de aynı şekilde absürdizm felsefesinin kurucusu olarak bilinir. Lakin Albert Camus hiçbir zaman belli bir temanın/düşüncenin fikir babası veya sadece o akımda yazan birisi olarak anılmak istemez. Bunun en büyük sebepleri bağımsız düşünceye ve edebi özgürlüğe olan bağlılığıdır. Kazandığı Nobel Edebiyat ödülünü kabul etmemesinin arkasında yatan sebep ise yine bu nedenlerden ötürüdür.

Kurucusu olduğu absürdizm felsefesinin çıkış tarihini incelemek; ayrıca sıkça karıştırılan absürdizm, varoluşçuluk ve nihilizm mefhumlarını kısaca anlamak, kitabın tahlili açısından büyük önem arz etmektedir. Nihilizm mefhumu 1743 yıllarda ortaya çıksa da daha çok Nietzsche ile ilişkilendirilen hayatın ve hiçbir şeyin anlamı olmadığını savunan bir felsefe akımıdır. Absürdizm ise, manasız bir hayatta mana aramaya çalışan ve bu yönüyle kendi içinde çelişen bir düşünce sistemidir. Her iki akım da, varoluşçuluğun yani insanın hayattaki amacını sorgulayan felsefi düşüncenin birer uzantısı olarak değerlendirilebilir.

Absürdizm felsefesinin çıkış tarihi incelendiğinde ise II. Dünya Savaşı’nın en kızıştığı, insanların birer birer köpek gibi öldürüldüğü döneme gelmektedir. Kardeşinin, eşinin, çocuklarının ölüm haberleri ile sürekli sarsıldığı bir dönemde insanlar en küçük şeylere bile mutlu olur hale gelmiştir. Albert Camus’un savunduğu absürdizm ise tam olarak budur. Yaşamın anlamsızlığını kabullenmek ve bu kabullenmenin yanında hayatın tadını çıkarmaya devam etmektir.

Lakin yazar kitapta bu düşüncesini gözümüze soka soka bizlere dayatmaya çalışmamış. Aksine, bu düşüncenin tam tersini de ortaya koyarak bizlere, ana karakterimiz Meursault’un idam cezasını hak edip etmediği sorgulatırmıştır. Yazarın bizleri bir şeylere ikna etmeye çalışmamış olması belki de bizlerin de hayatımızda absürdizm felsefesiyle yaşadığımızı veya sadece sınırımızın Meursaul’dan farklı olduğunu fark etmemizi sağlamayı amaçlamaktadır. Bunu yapmaktaki bir diğer amacı bizleri kendisinin bir değer eseri olan “Sisifos Söyleni” deki Sisifon’a benzetmek olabilir.

Kitap Meursault’un bakımevine bıraktığı annesinin vefat haberini almasıyla başlıyor, “Annem bugün öldü veya dün bilmiyorum”. Annesini zamanında artık ortak bir hayatları kalmadığı için bakımevine bırakmış. Annesinin yanına gittiğinde ilk yapmak istediği şey onu son bir kez görmek. Ama görevliler ona ilk müdüre gitmesini söyleyince morga inmiyor. İşini bitirip indiğinde ise tabutun çoktan vidalı olduğunu görünce kendisinin de bilmediği bir nedenden dolayı tabutu açmamı ister misiniz sorusuna hayır cevabını veriyor. Kendisinin bile bilmediği bu cevap aslında kitabın sonlarına kadar karşılaşmadığımız yaşamın absürtlüğü düşüncesinden kaynaklanıyor. Her çaba ve eylem anlamsızlıkla karşı karşıya geleceği için annesini bir daha görmenin bir anlamı yoktur onun için. Annesi dün vardı, bugün yok. Bundan sonra da olmayacak. Kendisi de aynı şekilde. Hayatın akışına müdahale etmesinin hiçbir anlamı yok. Çünkü eninde sonunda ölecek. Annesini son bir kez görmesi ile hiç görmemesi arasında bir fark yok.

Annesinin vefatından hemen bir gün sonra ise işyerinden konuşup, gülüştüğü bir kadınla beraber oluyor. Yazar, karakterin ağzından her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlattığı için kahramanımızın annesinin ölümünü unutuveriyorsunuz. Onunla kahve yapıyor, sahilde yürüyor, film izliyoruz. Birkaç yerde de karakterimiz hakkında az da olsa bilgi sahibi olmaya çalışıyoruz. Misal, patronu ona yeni bir iş olduğunu söylediğinde pek hırslanmadığında, beraber olduğu kadın evlenmek istediğini söylediğinde fark etmez dediğinde. Bu bilgiler absürdizm felsefesini bilmeyen okurlar için karakterimizin melankoli, depresif bir kişiliğe sahip olduğunu, nihilist bir düşünce yapısında olduğunu düşündürebilir. Lakin karşımızda hapishanede idam cezası ile burun buruna bile olsa denizde yüzmenin, içtiği şarabın, beraber olduğu kadınla tekrar beraber olmanın hayallerini kuran birisi var. Bu davranışları Meursault’da nihilizmi değil, absürdizm felsefesini gördüğümüzün yani son ana kadar en küçük hatıralardan mana bulmaya, manasız hayatta küçük şeylerden mana çıkarmaya çalıştığının kanıtlarıdır.

Belki de yazarın burada yapmak istediği şey insanoğlunun eninde sonunda absürdizm felsefesinin ellerine düşecek olduğudur. Biraz da öyle değil mi zaten? Yeni işe girdiğinizde aylık aldığınız maaş için ne kadar süre mutlu oluyorsunuz? Her ayki maaşınızda ilk maaşınız gibi sevinebiliyor musunuz? Veya evlendiğinizde ilk günkü yaptığınız sabah kahvaltısı gibi mutlu musunuz her sabah kahvaltılarında? Peki o zaman ilk gün sevinmenin ne önemi var? Absürdizmin belki de en vurucu olduğu yer biz müslümanlar için şükürsüzlüğümüz olabilir mi? Her anı son anımız gibi yaşamamız gerekmez mi? Hiç ölmeyecek gibi yaşa yarın ölecekmiş gibi ibadet et sözü meşhurdur, bizlerin bunu yapması gerekmez mi?

Karakterin bir Rus edebiyatındaki gibi neler düşündüğü uzun uzadıya yer verilmemesi karakteri derinlemesine anlayamamış olmamız, sadece fiziksel aktivitelerinden ve verdiği üç beş cevaptan sonuç çıkarmaya çalışmamız karakterimizin kişiliğini tahlil etmek için yeterli değil. Belki de yazarın ilk eserinin böyle bir eser olması topluma yaptığı ilk eleştiri olabilir. Bizlerin de hayatta derin manalar aramaya çalışmadığını, bu düz ve sade hayat içinde sadece fiziksel tepkiler verdiğimizi vurguluyor olabilir.

Karakter üzerinde yapılan bir diğer eleştiri ise kendisinin empati yeteneğinden noksan olduğu düşüncesidir. Lakin kahramanımızın hiçbir duygu emaresi göstermemesi onun empati yönünün eksikliğinden değil, hiçbir duygunun olmuş olanı değiştirmeyeceğini değiştirse bile işin ucunda ölüm, bir son olduğu için bir anlamı olmadığını savunmaktadır. Bence karakterimizin empati yeteneğini o kadar yüksektir ki roman boyunca hiçbir şeye müdahale etmemesi, bütün duyguları onlardan önce aşmış ve hiçbir geçirdiği duygunun önem arz etmediğini onlardan önce fark etmiş olmasıdır.

Karakterimiz daha sonra ismi belirtilmeyen bir Arap’ı öldürmesi sonucu jüri karşısına çıkıyor. İşlediği cinayet istemsiz bir şekilde küçük bir baş dönmesi, güneşin kavurucu sıcaklığı, o anki öfke durumundan kaynaklı meydana geliyor. Lakin savcıya göre durum böyle değil. Meursault bu cinayeti planlayarak hesapladı hatta kendisi soğukkanlı bir katil. Bunu kanıtlamak için savcı, Meursault’un annesini görmeye teşebbüs bile etmediğini, hemen ertesi gün hayatında hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam ettiğini söyleyerek jüriyi Meursault’un planlı bir cinayet işlediğini ikna etmeye çalışıyor. Savcı ne kadar böyle düşünse de biz karakterimizin içinde bir Hannibal Lecter barındırmadığını, bağlı olduğu düşünce felsefesinden dolayı herhangi bir aksiyonda bulunmadığını biliyoruz. Karakterimizin kendisi de kendini savunmaya çalışmıyor aksine avukatlarının işini zorlaştıracak sözlerle işlerini zorlaştırıyor.

Karakterimizin hiçbir şeye karışmamasına ve savunduğu felsefesine gerçek hayattan somut bir örnek verecek olursak izlediğiniz bir filmin ortasında birisinin gelip niye izliyorsun ki zaten bitecek? demesine benzetebiliriz. Kendisi filmi kapatmayı değil, filmi izlemeye devam etmeyi denk geldiği sahnelerden de zevk almayı seçiyor. Kendi hayatını izlediği gibi filmi izlemeye devam ediyor karakterimiz. Hiçbir müdahale yok. Kadere boyun eğmek demek bu mudur? Meursault hayatın bu kadar anlamsız olduğuna, her şeyin son bulacağına ve bir anlamı olmadığına bu kadar kendini kaptırıyorsa neden o zaman hayattan zevk almayacağı aktivitelerle uğraşıyor? Neden her sabah işe gitmek için erken kalkıyor? Hayatın geri kalanını mana veremediği hayatta zevk için yaptığı aktiviteleri çoğaltmaya çalışması gerekmez mi? Belki çabalayıp evlense, yeni bir iş kursa daha mutlu olamaz mı? Bunlar da hayatında zevk alabileceği işler haline gelemez mi?

Jüri ise savcıya inanıyor ve karakterimizin idamına karar kılıyor. Burada yazarımızın cemiyet için yaptığı bir diğer eleştiriyi görüyoruz. Cemiyet kendisinin absürdizm felsefesinde olduğunu asla kabullenemez. Kabullense bile isimlendirmekten korkar. Jüri ise böyle bir insanı cinayete teşebbüsten değil, bulaşıcı bir hastalık gibi gözüken ahlakı olduğu için idamına mahkûm kılıyor. Kitabın ismi de buradan geliyor. Cemiyete “yabancı”.

Olayın gidişatından çıkıp geniş açıyla baktığımızda bir tarafta annesinin ölümünde üzülmediğini bilen bir jüri diğer tarafta ise üzülmenin hiçbir anlam ifade etmeyeceğini savunan Meursault ile karşı karşıyayız. Ne kadar Meursault empati yeteneğinden yoksun olduğu düşünülse de bizler şahsımızı onun yerine koyup bir düşünelim. Bizler de aslında ana karakterimiz gibi ölümüzün arkasından benzer davranışlarda bulunmuyor muyuz bazen?   Onun gibi ertesi gün bir kadınla birlikte olmuyor, komedi filmine gitmiyor olabiliriz. Ama bizlerde çocuğumuz yaptığı bir şirinliğe, arkadaşınızın gülmeniz için yaptığı ufak bir şakaya tebessüm edebiliriz. Bir gün biz de istemeden işlediğimiz bir cinayetin sonucunda karşımıza böyle bir savcı çıksa ve bize “cenazeden sonra güldü, misafirler için pide siparişi verdi, ertesi gün yemek yedi, bir hafta sonra işine geri döndü, yurtdışında olduğu için annesinin cenazesine bile yetişemedi” dese kendimizi bu argümanlara karşı nasıl savunacağız? 1. dereceden yakınımız vefat ettiğinde ölüm belgesini ile devlete bilgilendirme yaptığımızda bilgisayar diliyle ifade edecek olursak 1’i(var) 0(yok) yapmıyor muyuz? Bizler de mi nedensel varlıklarız? Bizlere de mi duygusu yok muamelesi yapacaklar? Bizim kitaptaki karakterden farkımız sadece onun sınırının daha ileride bizimkisinin daha beride olması mı? Sınır neresi ve bu sınırı kim çiziyor? Kültürümüzde bulunan rahmetlinin arkasından sadaka vermek, hayır işlemek, mevlit okumak bütün bu argümanları bertaraf etmek için yeterli mi? İslamiyet’in sahip olduğu bu kültürler, ölünün arkasından duyulan saygı ve minnet aslında bizlere ölümü hatırlamamızı böylece yaşamayı hatırlamamızı hepimizin Allahü tealanın bir kölesi olduğumuzu, her anımızı son anmış gibi yaşamamızı gerektirdiğini mi söylüyor? Ölünün arkasından okuduğumuz bir fatiha üç ihlas ölüden çok bizlere mi faydası var?

Bu düşünce akımının kaynağı nefsimizden veya şeytandan çıkan bir fitne mi yoksa sadece beynimizin ölüm ile başa çıkamayıp hayatta kalma arzusu mu için oluşturduğu bir savunma mekanizması mı? Ölüm mefhumunu anlayamadığımız için mi absürt bir durum içindeyiz, hayatı anlamadığımız için mi? İstisnai durumlar dışında birbirlerine mükemmel uyumlu bir şekilde çalışan elimiz, kolumuz, ayağımız aklınıza gelebilecek her uzvumuz, 40-60 senelik zaman dilimimiz, oyun oynamak, para kazanmak gibi küçük mutlu olacağımız şeyler için mi varlar? Neden inanlar/inanmayanlar hayatını sonlandırmıyor o zaman?

İslamiyette intihar, imanın şartlarından ahirete varlığına iman düşüncesine ters düştüğü için haram. İşin haram kısmını kenara koyarsak öbürkü hayatta eğer sonsuz mutluluk ve huzura kavuşacaksak bu hayatın ne anlamı var o zaman? Bu son soru Albert Camus’un hristiyanları eleştirdiği bir sorudur. Cevap olarak ise İmamı Rabbani hazretlerinin 73. mektubunda buyurduğuna bakalım: “Bütün varlıkların hülasası, özü olan insan, eğlence için, oyun için, yiyip içmek, gezmek, yatmak keyf sürmek için yaratılmadı. Kulluk vazifelerini yapmak için, Rabbine itaat, tevazu, kuvvetsizliğini, ihtiyacını göstermek, Ona sığınmak ve yalvarmak için yaratıldı. Muhammed aleyhisselamın bildirdiği ibadetlerin hepsi, insanlara faydalı şeylerdir. İnsanlara yaradığı için emredilmiştir. Yoksa, hiçbir ibadetin Allahü teâlâya faydası yoktur. Candan teşekkür ederek, minnet ile ibadet yapmalı, tam teslim olarak emirleri yapmaya ve yasaklardan kaçınmaya çalışmalıdır. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç olmadığı halde, kullarını, emir ve yasaklar vermekle şereflendirdi. Her şeye muhtaç olan, biz kulların, bu büyük ihsana, bol bol teşekkür etmemiz, bunun için de, emirleri yapmaya candan sarılmamız gerekir.” 266. mektubunda ise şöyle buyurmuş: “Allahü teâlâ, her şeyin sebepsiz, şartsız, maliki, hepimizin sahibidir. Bütün insanlar, Onun kullarıdır. Kullarına verdiği her emri ve her şeyi istediği gibi kullanması, hep yerindedir ve faydalıdır. Bunda, zulüm olamaz. Memurlar âmirlere, kullar sahiplere emirlerin, işlerin sebebini soramaz. Akla uygun, bundan daha açık bir şey yoktur. Bütün insanları Cehenneme koyup, sonsuz azap yapsaydı, kimin bir şey söylemeye hakkı olabilirdi? Çünkü, kendi yarattığı, yetiştirdiği mülkünü kullanıyor. Başkası yok ki, onun mülküne tecavüz olsun ve zulüm denilebilsin. Halbuki, insanların kullandığı, öğündükleri mallar, mülkler, hakikatte onların değil, hepsi, Onundur. Bizim bunlara el uzatmamız, karışmamız, hakikatte zulümdür. Allahü teâlâ, bu dünyanın düzeni için ve bazı faydalara yol açması için, bunları bize mülk kılmış ise de, hakikatte hepsi Onundur. O halde, bizim bunları, asıl sahibinin mubah ettiği, izin verdiği kadar kullanmamız yerinde olur.”

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Fahri Kaan USLU

Mühendis. Araştırmacı. Müteşebbis. Hayalperest. Tabiatsever. Kitapkurdu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu