
Tür: Kısa Hikaye
Yazar: Necip YILDIRIM
Uzunluk: 2300 kelime (6 sayfa)
Yayın: eKitap – Haziran 2024
ISBN: 978-625-00-2224-5
Ruh, nefes, esinti ve hayat…
Gözle görülemeyen, elle tutulamayan o hafifmeşrep bir esti mi dalgaları hayata kabartır, ağaçları kökünden söküp ölüme fırlatır.
Sözü dile getiren nefes de bir esinti: Unutma!
—-
Zavallının ruhunu zamanın zülfüne düğümlemişlerdi.
Güneşin battığı akşam vakitlerinde dağlar yerinden kopacak, denizler çalkalanacak, gökler yarılacak, kâinat mahvolacak ve bütün canlılar yok olacak gibi hissederdi. Gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı arasında kurulan alaca köprüden geçerken psikolojisinin temelleri depremle sarsılırdı. Her akşam yaşardı hayatın karanlıklara, insanların uykuya teslim oluşundan doğan geçici ölümün dehşetini.
O sabah da akşamın getirdiği dehşetengiz lerziş nöbetini gecenin örttüğü karanlık çarşafı altında atlatmış ve iştiyakla kavuşmuştu seher vaktine.
Güneş daha doğmadan kendini evden dışarı atmış ve denize dik açıyla inen sokağı hızlı adımlarla kat ederek sahile gelmişti. Bakışları denizin gök yüzüyle birleştiği huzur verici dosdoğru çizgiyle buluşunca, akşam ve gecenin ruhunda uyandırdıkları çalkantılı ruh halinden eser kalmamıştı.
Derin bir nefesle sinesini badısabanın sunduğu havayla doldurdu. Öyle kabardı ki göğüs kafesi, semada oynaşan birkaç parça narin bulutu, dalgalara “Haydi,” diyen coşkun rüzgârı, sabırsızlıkla güneş ışıklarını bekleşen kumları ve seherin o göz kamaştıran ihtişamını muhafızlar misali bekleyen dağları içine çekti âdeta.
Mevsim veya yer fark etmezdi. Nerede olursa olsun, ruhunda yaşatırdı akşamın getirdiği geçici ölüm ile sabahın müjdelediği yeniden doğuş arasındaki zıtlığı. Bahar ile hazan ve yaz ile kışın gerilimli hâli de benliğinin aynasında aksederdi. Mevsimler, aylar, günler… Zamanın şakaklarına sarkan sevgilinin saç telleri her dalgalandığında, hayat ve memat isimli kıvrımlarda kendinden geçerdi.
Seherin çehresinden hayret okunuyordu o sabah. Dalgaların raksı, bulutların süzülüşü, rüzgarların akışı ile göğsündeki medcezir arasındaki ahengin benzerliği onu da şaşkına çeviriyordu. Ve ürpertisine gem vuramadığı sözler silsilesi zihninde sermestçe feveran ediyordu: Ruh, nefes, söz, esinti ve hayat…
Kumlara altın, dalgalara yıldızlar saçan güneş şehrin tarihi kalıntıları üzerinden elinde kırmızı gül dolu tepsi taşıyan nazlı bir gelin misali yükseliyordu.
Rana ve nazenin gündoğumu gidecek, yerine gündüzün aleladeliği gelecek diye tatlı bir telaş kıpırdıyordu içinde. Her demine şahitlik etmek isteyen bakışları cilveyle yürüyen nazlı güneşe, günü vakarla selamlayan dağlara, ruhu sonsuzluğa dâvet eden mavi denize doyamıyordu.
Saat dokuza yaklaşmaya başladığında, güneşin doğduğu istikamete doğru yürümeye başladı. Karşılaştığı birkaç kişi, en güzel zamanda geldiğini söylemişlerdi. Mayısın son günleriydi. Kavurucu sıcaklar henüz başlamamıştı. Deniz üzerinden gelen esintiyi yüzüyle okşuyordu. Caddeleri dolduran güneş ışığı sahil yolunu bezeyen rengarenk yeşilliklere parlaklık katıyordu. Belediye görevlileri akşamdan kalan siyah poşetleri, yerlere atılan izmaritleri, bira şişelerini topluyorlardı.
Alınları boncuk boncuk terleyen turistler sabah yürüyüşlerini bitirmek üzereydiler.
Dünyanın her yerinden turist geliyordu şehre.
Yabancı lisanda aradığı bazı kitapları bulmak kolay olur diye düşünmüştü. Sorduğu kişilerin “Sahaflar Çarşısı” diye tarif ettikleri adrese yönelmişti.
Ağır adımlarla yirmi dakika kadar yürüdükten sonra onlarca kitapçının olduğu büyük bir pasaj arayan bakışları köşedeki bir kitapçıya düştü. “Doğru gelmişim,” diye geçirdi içinden ve nasıl olsa daha çok vardır diye kitapçının önünden geçip ara sokaklara daldı. On dakika geçmeden Sahaflar Çarşısı olması gereken yerin her yanını dolaşmıştı. Bir elin parmaklarını geçmeyecek kitapçıdan başka bir şey görememişti.
Diğerlerine nazaran nispeten büyükçe bir kitapçıya girdi ve “Sahaflar Çarşısı var dediler ama,” diye sordu tereddütle. Uzun saçlarını kafasının arkasına bağlayan; üzerinde geniş paçalı kot pantolonu ve güneş görüp yıkanmaktan iyice solmuş açık yeşil renkli tişörtü olan otuz beş yaşlarındaki adam “Hepsi bu kadar, sadece biz kaldık,” dedi yaptığı yerinde tespitin gururuyla yüzünde beliren tebessüme biraz sitem ve esef katarak.
Konuşmayı uzatırsa, solgun yüzlü kitapçının kurumuş dudaklarından “Nerede kaldı o eski sahaflar…” veya “İnternet denen bela çıktığından beri…” gibi yorumların döküleceğini tahmin etmişti. Hemen söze başlayıp, “İkinci el İngilizce kitap var mı?” diye sordu. Adam sol eliyle diz ile bel hizasında duran iki raftaki kitaplara işaret ederek “Şuradakilere bakabilirsiniz,” dedi.
Turistlerin otellerde unuttukları, okuyup bitirdikleri için ağırlık yapmasınlar diye memleketlerine geri götürmek istemedikleri kitaplardı. Ekseriyeti filmleri de çekilen, Batılı gazetelerde “Best Seller (En Çok Satan)” unvanıyla şereflenmiş, popüler kültür diye isimlendirilen romanlardı. “Zihni yormayan, akıcı, eğlenceli ve ilgi çekici” kitaplar okuyanların zevkine hitap eden türdendi çoğu.
Kitapçı ilgilenmiyormuş gibi duruyor, fakat bütün dikkatiyle müşterisinin kitapları incelemesini takip ediyordu. Onun da gözü kitaplarda olsa da aklı kitapçıdaydı.
Dükkânın yarısı ders kitaplarıyla doldurulmuştu. Kalan kitaplar da çeşitli lisanlarda dilbilgisi, lügat, kısa hikayeler; Türkçe, Almanca, İngilizce, Rusça ve bazı başka dillerde çeşitli romanlardı. Ne denk gelmişse o doldurulmuştu raflara. Roman, kişisel gelişim, biyografi, beslenme, çocuk gelişimi, yemek tarifi…
Yorgun raflara, kırkına merdiven dayamış vitrin çerçevesine, derme çatma tezgâha ve adamın kıyafetlerine bakılacak olursa, tarihe karışmaya direnen kitapçılar silsilesinin can çekişen son temsilcilerindendi. Belli ki şartlar hızlı satılacak, az da olsa bir şeyler kazandıracak kitapları tercih etmeye mecbur etmişti. Fikrî duruş, kıymetli eser, sanat değeri taşıyan… diye tutturacak olursa ekmek teknesini daha erken kapatmak zorunda kalacaktı belki de.
Samanlıkta iğne ararcasına önündeki iki raf üzerinde dolaşan bakışları muzdaripti. Derbeder, biçare, avâre şekilde harmanlanmış kitapları taşımaktan bitap düşen rafların hâli mahzundu. Bir zamanlar o raflarda taht kurup dükkâna girip çıkan müşterilere vakarla bakan onca edebiyatçı, şair ve mütefekkir gelip geçti gözlerinin önünden. Ciltler, yapraklar, paragraflar, satırlar, kelimeler, harfler akıp gitti zihninden. Asırlar ötesine uzanacak eserler veren ustaların raflardan çıkıp koyuldukları meçhule giden toplu göçün can yakıcı çilesini hissetti vücudunda.
“Adam umutlanmıştır. Hiçbir şey almadan çıkmak olmaz,” diye düşündü. İşaret parmağını bir kitabın üstüne koyup çekti. Enflasyonun şiddetinden benzi solan etiketin üzerindeki eski fiyatı okuyamadı. Mavi renkli, kalın uçlu tükenmez kalemle ‘120 TL’ karalanmıştı etiketin suratına. Kitapçı müşterisinin etikete baktığını görür görmez, “120 TL ama size 100 TL olur,” dedi hızlı bir şekilde. Ses tonunda endişe ve telaş vardı. Belli ki henüz siftah yapmamıştı. Belki de kendisine uzatılan 100 liralık banknotla iki poğaça, kaşarlı tost veya iki simit alıp kahvaltı işini halledecekti.
Heyecan ve iştiyakla onca yol yürümüştü. Diğer dükkanlara girmeden olmazdı.
On metrekare ancak olan bir kitapçının kapısı ardına kadar açıktı. Dükkânın önündeki kaldırıma, katlanabilen iki küçük sandalye ve bir sehpa çıkarılmıştı. Ellili yaşlarındaki iki kadın oturuyordu sandalyelerde. Yükseldikçe kızgınlaşan güneşin sıcağından kaçıp dükkâna doluşan nemli havanın hararetinden bunalıp kendilerini dışarıya atmışlardı. Kadınlardan biri, ismiyle hitap etmesinden kocası olduğunu tahmin ettiği kişiye “Kitap soruyor,” diye seslendi. Adam dükkândan kaldırıma çıkarak elinde o tarz kitaplar mevcut olmadığını anlattı ve bir sonraki kitapçıyı göstererek “Şuraya bir bakın,” dedi.
İki basamaklı merdivenden inilerek girilen küçük bir dükkandaki kitapçı otuzunda ancak olan bir gençti. Vitrin camına büyük harflerle “Individual Books” yazılıydı. Sorduğu ilk kitaba gayet uygun fiyat söylemişti. Kitabının hemen satın alındığını görünce, “Yağlı müşteri,” diye düşünmüş olacak ki sorulan ikinci kitaba üç kat daha yüksek fiyat çekti. Dükkandaki kitapların neredeyse tamamı yabancı lisanlardaydı. Türkçe kitap neredeyse hiç yoktu. Belli ki delikanlı stratejik bir manevrayla işinin ömrünü uzatmayı hedeflemiş ve turist müşterilere yönelik kitaplarla doldurmuştu raflarını.
“Bu son kitapçı” diye sonraki dükkâna girdi. Asma katta taburelerde oturmuş otuzlu yaşlarında üç kadın ve iki erkek hep birden kafalarını çevirip ona baktılar. Yetkilinin hangisi olduğunu bilmediğinden, düşünce ve edebiyat üzerine yazılmış İngilizce kitap aradığını asma kattakilerin hepsine hitaben söyledi. Sol elini asma katın kısa boylu demir korkuluğuna koymuş olarak kafasını ona çeviren ve dükkânın sahibi olduğu anlaşılan kişi asma kattaki zemine yakın rafları işaret etti.
Asma kata çıkan pirifani merdivenin basamaklarını adımlarıyla ciyak ciyak inleterek yukarı çıktı. Merdiven kenarında ve asma katın etrafına dikilen korkuluğa yılların akışı içinde defalarca farklı renklerde yağlı boyalar sürülmüştü. Boyalarda zamanla çürüme, kopma, kalkma, çatlama oldu mu, zımpara yapmaktan üşenilmiş ve var olan boyanın üzerine yenisi sürülmüştü. En son sürülen siyah boyanın çatlayan kısımlarından eski boya tabakaları kafalarını uzatmış merakla ona bakıyorlardı. Bazı noktalarda boyaların korumasını delerek paslı bakışlarını uzatan demir dahi geri durmuyordu yeni gelen müşteriyi temaşa etmekten.
Ayakta zor durulan basık asma katta minik ahşap tabureler üzerinde oturanların arasından başını eğerek geçti ve gösterilen raflardaki kitapları incelemek için yere çömeldi. Oturanlar sohbetlerini kesmediler. İçlerindeki siyah tişörtlü dövmeli genç “Çehov’un o karakterlerini çok beğeniyorum,” dedi ve elindeki kitabı açıp “Ben kendime güvenmezsem, kimse güvenmeyecektir…” diye başlayan bölümden birkaç satır okudu.
Bu sefer bakışlarını raflar ve kitaplar arasında dağınık şekilde gezdirmek istemedi. Sistematik şekilde bir uçtan başlayarak tek tek baktı kitaplara. On beş dakika içinde bütün kitapları gözden geçirmişti. Seçtiği iki kitabı alıp beden diliyle işinin bittiğini ifade edince, sol elini korkuluğa atan adam onu takip ederek aşağıya indi. “Çok isabetli kitaplar seçmişsiniz,” dedi ve elindeki diğer kitapçılardan alınan kitap poşetlerini de göz ucuyla süzdükten sonra öyle bir talepte bulunmadığı halde kendiliğinden biraz indirim yapmayı münasip gördü ve kitapları özenle poşete yerleştirerek nezaketle uzattı.
Bir vakitler idrakleri besleyen nice mahsuller veren Sahaflar Çarşısının üstünden zaman isimli hasat makinesi geçmişti. Şans eseri biçilmekten kurtulmuş, kuru başaklar misali esecek bir hazan rüzgarıyla toprağa karışacak birkaç boynu bükük kitapçı kalmıştı geriye.
Belediye seçimleri öncesinde yapılan yenileme çalışmalarıyla sokaklara dökülen asfaltlardan mı, betonların ağırlığıyla binaların yere çökmesinden mi bilinmez, dükkanlar yol hizasından aşağı seviyede kalmışlardı. Çöken sadece binalar değildi. Kitapçılar kapanacaklarını, tarihe karışacaklarını, varlığa veda edeceklerini kabullenmiş bir havadaydılar. Günü kurtaracak bazı değişiklikler haricinde herhangi bir köklü yenileme teşebbüsü gözlenmiyordu.
Pes eden kitapçıların yerlerini oteller, restoranlar, turistlere hediyelik eşya satanlar almıştı. Süslü dekorasyonlar yapmış, dış cephelerine rengarenk çiçeğin süslediği saksılar koymuşlardı.
Raflarından kitaplar fışkıran, dükkân önlerine koydukları sepetleri ikinci el kitaplarla doldurup üzerine kelepir bir fiyat tabelası koyan koca bir pasaj görmek için gelmişti. Canı sıkkındı.
Yoldan geçenlere “Yes madam! Come please! How are you? Sind Sie Deutche? Italy? Pajalusta…” diye seslenen profesyonel turist avcılarının sesi bıçak gibi saplanıyordu. Hemen o mahalleden çıkmak için sahile doğru yöneldi.
Derken önünde birkaç şık masa sandalye, yepyeni elektronik panjur, gıcır gıcır vitrini olan bir kitapçı ilişti gözlerine. Tabelasında “Dusha” yazılıydı. Daha önce önünden geçmiş fakat modern bir restoranı andıran ön cephesinden kitapçı olduğunu fark etmemişti. İçeriye girdi. Klimalı, modern tasarımlı, gayet muntazam kitapçının tezgahtarı henüz otuzuna ayak basmamış genç bir hanımdı. Bütün kitapların Rusça oluşundan ve hanımın zevahirinden kitapçının Ruslar tarafından açılmış olduğunu anladı.
“Acaba yolunu şaşırıp mı girdi içeri,” şaşkınlığıyla kendisine bakan tezgahtarı daha fazla telaşta bırakmadan “Sadece Rusça kitaplar mı var?” diye sordu. Kendisine Rusça hitap edilince rahatlayan hanım, Dusha’nın Rusça konuşanların arzuladıkları kitapları bulabilecekleri ve çeşitli entelektüel meseleler hakkında konuşmak için buluştukları bir mekân olduğunu ifade etti. Ayrıca farklı yaştaki gruplara çeşitli eğitim programları tertip edildiğini de ilave etti sözlerine.
Tezgahtarla konuştukları sırada dükkânın asma katından en az beş kişi olduklarını tahmin ettiği bir grup insanın sohbetine şahit oldu. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için ne üzerine konuştuklarını anlayacak kadar kulak kabartmadı. Kendisiyle kitap satma kaygısından çok uzak şekilde konuşan tezgahtar hanıma teşekkür edip ayrıldı.
İçine karışık duygular ve buruk bir keder çöreklenmişti.
Yolun karşı tarafındaki kaldırıma vardığında arkasına dönüp kitapçıdan çok ilim yuvası vazifesi gören mekâna tekrar baktı. Rusçada ruh demekti “Dusha”.* Derin ufuklardan kupkuru kumsallara koşan dalgalar gibi deniz mavisydi tabelası.
Sahaflar Çarşısı’na dikilen mezar taşı mıydı Dusha? İdrakleri besleyen nice mahsuller veren mümbit toprakları biçen o hasat makinesinden habersiz miydi?
Neden “Ruh” ismi seçilmişti? Manidar bir tesadüf mü, şuurlu bir tercih miydi?
Tabelanın Kiril alfabesiyle yazılmamış olma sebebini tahmin etmek kolaydı, ancak “Duşa” yerine neden “Dusha” şeklinde yazıldığını tahmin etmek için epey kafa yormak gerekirdi.
Etimolojik olarak, Rusçada “ruh”, “nefes” ve “esmek” aynı kökten gelir.** Gözle görülemeyen, hareket ettiren, yerinden kaldıran, icabında söküp atan ve hayat veren kuvvetlere işaret eder.
Sahaflar Çarşısı’na gelen bu yeni esinti taze bir nefes ve bambaşka bir ruh getirmişti beraberinde.
Kitaplar, okuma ve ilim için atılan her adım takdirle karşılanmalıydı. Soğuk bir iklimden gelerek alev alev yanan sıcak bir diyarda tarihin akışına meydan okuyarak kitapçı açmak kuru ticari cesaretle açıklanamazdı.
Yorgunluk, sıcak, müşahede ettikleri ve durmadan zihninde tekrarlanan “Ruh, nefes, esinti, söz, kitap, sahaf, hayat…” sözleri kafasından geçenleri kararsız hâle getiriyordu.
Elinde balta, tefeci kadını öldürmeye giden, onuruna düşkün meşhur Petersburglu hukuk öğrencisinin paltosunda hayal etti kendini. Belde belde dolaşıp ölmüş bedbahtların ruhlarını satın alan Çiçikov geldi aklına. Çehov’un Kara Keşiş’inden “…içindeki ruhi boşluğun, … hayata karşı memnuniyetsizliğin acısını… hiçbir suçu olmayan insanlardan…” şeklinde kopuk haykırışlar duymaya başladı.
Aleksandr Puşkin’in “Müsaade et ki ruhum huzurunda açılsın / Ve tatlı dostlukta mutluluğa kavuşsun” mısralarını işitir gibi olmuştu ki bir utanç duygusuydu sardı her yanını.
Bu fani dünyadan göçüp giden usta sahaflara lâyık bir çırak olamadığı için kendini suçladı. Raflardan göçe zorlanan kitaplar adına utandı. Şehirde yaşayan bütün okuyucular adına pişmanlık hissetti.
İnternet, enflasyon, ithal kâğıt fiyatları, baskı maliyetleri, Z-kuşağı… Küsüp giden kitap ve kitapçılar için nice bahaneler bulunabilirdi elbette.
Peki ya harabeler içinde çiçek gibi açılan Dusha’ya ne demeliydi?
İlham ile hayıflanma, takdir ile gıpta meydan muharebesine girmişlerdi düşüncelerinde.
Londra’da Charing Cross caddesi, Kalküta’da Collage sokağı, Paris’te Le Marché du Livre Ancien, Amsterdam’da Spui, Petersburg’da onca sahaf çarşıları nasıl muhteris turist avcılarının çizmeleri altında ezdirilmemişti!
Mevtalara karışan o eski sahafların ruhları geceleri bu sokaklara geliyor muydu acaba? Dusha’nın vitrininden içeriye baktıkları oluyor muydu? “Bizimkiler sürdüremediler mirasımızı?” diyerek suçu başkalarına mı atıyorlardı? Yoksa “Kabahat bizde! Yanlış kitaplar seçtik. Bizim okuttuklarımız bu hâle getirdi onları” diyerek vicdan azabı mı duyuyorlardı!
Bu düşüncelerle yürüyordu. Tepeye yaklaşan güneş bir başka yakıyordu kafatasını. Ne baharın mülayim rüzgârı ne de günahsız serçelerin sağa sola uçuşması kendine getiremiyordu onu.
Bir sıcaktan bunalıp kendilerini kaldırımdaki gölgeye atan iki kadın canlanıyordu gözlerinin önünde; bir de klimanın serinliğinde onu ayakta karşılayan, tiyatroya gelmiş gibi giyinen Dusha’nın tezgahtarı. Asma kata çıkan basamakların ciyak ciyak iniltisiyle Dusha’nın asma katında sohbet edenlerin sesleri çarpışarak yankılanıyordu beyninde. Hele bu çarpışan seslere bir de “Yes madam! Come please! How are you? Sind Sie Deutche? Italy? Pajalusta…” şeklindeki fırsatçı bağırtılar karışınca elindeki kitap poşetleri daha da ağırlaşıyordu.
Dakikalarca etrafındaki hiçbir nesneyi fark etmeden yürüdü. Aklı hâlâ Sahaflar Çarşısı macerasındaydı.
Nihayet sahil yolundaki bir heykel dikkatini çekince gerçek hayata geri döndü.
Kişneyerek sağ ayağını kaldıran atın sırtındaki kişi sol elini havaya kaldırmış, işaret parmağıyla bir ciheti gösteriyordu.
Atın sırtında heykeli yapılmış sakallı, kılıçlı kişinin kim olduğunu merak etti. Önündeki kitabeye yaklaştı. “Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev (1164 – 1211) Antalya’nın ilk Türk fatihi. İlk Türk donanmasını kuran kişidir. Antalya’yı 5 Mart 1207 tarihinde fethetmiştir. Dış ticaretin…” Okumadı kitabedeki yazının devamını.
Sultanın havaya kaldırdığı işaret parmağına bir daha baktı. Bunaltıcı havaya mı dikkat çekiyordu, bir yerleri hedef mi gösteriyordu, çözemedi.
Yerinde yeller esen Sahaflar Çarşısı’nın kafasına doldurduğu efkardan mı, sıcağın etkisinden mi, yoksa elindeki poşetlerin ağırlığından mı sıhhatli düşünememişti, bilinmiyor.
Selçuklu sultanının işaret parmağıyla İstanbul’u mu, Ankara’yı mı gösterdiği üzerine fazla kafa yormadan uzaklaştı heykelin olduğu küçük meydandan.
Kafasına sadece çok mühim olduğunu düşündüğü bir tezat takılmıştı meydandan ayrılırken: At üstündeki sultanın kaldırdığı parmakla kişneyen atın kaldırdığı ayak aynı istikameti göstermiyordu.
—-
* Dusha: Okunuşu Duşa şeklindedir.
** Duşa (душа): Ruh; Dışat (дышать): Nefes alıp vermek; Dut (дуть): Esmek.
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün
hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.