Film Tahlili

Bir Zamanlar Anadolu’da: Türk Sinemasının Şaheseri

Umumi Çerçeve

Anadolu’nun soğuk bozkırında geçen bir kasaba bürokrasisini seyrettiğimiz, aslında kara mizah öğelerini çokça barındıran, lakin yönetmen ve yörenin soğukluğuyla en ufak bir tebessümü bile bize çok gören kasvetli, soğuk bir film… Öyle ki ne şart altında olursa olsun, battaniyeye sarılmadan, sıcak bir çay veya kahve içmeden seyretmenin eksik olduğunu düşündüren bir film.

Her manzara karesi çerçeveletilip asılacak muhteşemlikte…

Seyirciye hissiyatı yaşatmak için sinemanın en çok başvurulan hilesi olan müziğe hiç ihtiyaç duyulmaması bile, filmin şaheser olması için kâfi…

Tüm oyuncular, hayatının rolünü oynamış gibi bir mükemmelliği yakalamış. Tabi bunda en büyük pay, şimdiye dek gelmemiş ve belki de bir daha böylesi hiç gelmeyecek bir oyuncu yönetimi kabiliyetini haiz, insan psikolojisini kendi müşahedeleriyle mükemmel bir şekilde anlayan ve bunları oyuncularına aktarabilen Yönetmen Nuri Bilge CEYLAN’a ait…

Senaryo başlı başına filmi taşıyor ama hikâye olarak değil, diyalog ve reaksiyonlarla…

Görüntü ve Ses Yönetimi ise maalesef Türkiye sinemasında bir benzerine rastlanamayacak derecede ince ince işlenmiş, adeta göz nuru akıtılmış sadelik ve güzellikte…

Film sarının tonlarında yer yer de yeşil ve mavinin soğuk tonlarında sunulmuş. Böylece Anadolu bozkırını ve soğuğunu tasvirde en doğru tercih yapılmış.

Bir zamanlar gibi masalsı anlatımla isimlendirilen filmde, gerçek olmayan veya olamayacak şaşkınlığını veren ögeler bu masalsılığı pekiştiriyor. Katilin muhtarın evinde görülmesi, Devleri hatırlatan kabartmaların şimşekle beraber açığa çıkıp Doktoru korkutması ve maktulün öldükten sonra kasabada görüldüğüne ilişkin konuşulanlar gibi…

Derin Tahlil

Katil Kenan, en yakın arkadaşı Yaşar abisini, şişede durduğu gibi durmayan içkiyi içerek, kendi aralarında alem yaparlarken ağzından kaçırdığı sarsıcı bir gerçek neticesinde yaşadıkları arbedede vurmuş ve öldüğünü sanarak, – arabaya sığmadığından insanlığa da sığmayacak şekilde- bağlayarak alelacele ücra bir tarlaya -henüz tam can vermemiş haldeyken- gömmüştür. Ayıldığında ise duyduğu pişmanlıkla polise gidip kendisini ihbar etmiştir.

Filmde, bu noktadan dosya kapanana kadar yaşananlar, tabiatın muhteşem güzelliği ile beraber, gerçeklik içinde yer yer masalsı bir dille aktarılıyor.

Filmin başrolü, hayatına dair pek bilgi vermeyen -verilmeyen- Doktor Cemal. Zira tüm olayları doktor eşliğinde görüyoruz. Lakin, neredeyse tüm karakterlerin iç dünyasına ayrı bir yolculuk yaptığımız için, her karakteri ayrı bir başrol olarak da değerlendirebiliriz.

Karısının dedikoducu köyünden hazzetmeyen, kendi göbeğini kendi kesen, gözü doymayan bir obur olan Arap Ali;

Çocuğunun hastalığından muzdarip, hanımının dırdırına sabreden, hanımının hakimiyeti altında ezilen, ancak tüm bunlara rağmen empati yapabilen Komiser Naci;

Bencil ve kibirli Savcı (Clark) Nusret;

Kendi derdine düşmüş, sinsi ve gereksiz meselelerle meşgul Komutan Önder;

İşini bilen (menfi manada), geveze Adliye Şoförü (Hacı) Tevfik;

Kendisi hapse, en yakın arkadaşı mezara girmiş, hayatı darmadağın hale gelen Katil Kenan;

Kendi halinde, patavatsız Polis İzzet;

Beş kuruş için adam satan, yağcı ve kurnaz Kâtip Abidin;

Köy sandığından demlenen köylü kurnazı Muhtar;

Her şeyden şikayetçi Otopsi Teknisyeni Şakir …

‘İt ite buyurur, it de kuyruğuna’ tabirini hemen her sahnede gördüğümüz filmde; maktulün bulunması sonrası şahlanarak bülbül gibi şakıyan savcımızın, ceset arayışında geçen her durakta Komiseri sorumlu tutarak kızmasını, Komiserin de bu vaziyeti kabullenemeyip katile kötü davranmasını, şoförler arasındaki çekemezliği, hangi işi kimin yapacağı konusundaki birbirlerine sürekli kabahat yüklemelerini seyrediyoruz.

Otopsi sahnesinde doktorun yüzüne sıçrayan kan, esasında ölmeden gömülerek can veren maktulün ölme sebebini gizlemesinden ötürü, katilin işlediği suça doktorun nasıl ortak olduğunu sembolize ediyor.

“Bir insan, bir başkasını cezalandırmak için hakikaten kendini öldürebilir mi?” sorusuyla yüzleşmek mecburiyetinde kalan kibirli savcımız, soğuk terler dökerek öğrendiği gerçekler neticesinde, cezasını ertelenmiş bir şekilde çekecek gibi görünüyor.

Katil Kenan, kendi öz çocuğunun gözüne attığı taşla; Savcı, karısının intihar ederek kocasını cezalandırdığını anlamakla ölüyor. Komiser Naci çocuğunun hastalığına isyan eden hanımının varlığıyla; Doktor boşandığında; Arap ise evlendiğinde ölmüş zaten. Film aslında bize ölümü ve yaşayan ölüleri anlatıyor ve bu sebeple anlatmak istenileni, naçizane kendi penceremden aşağıda vurgulamak istiyorum. 

Netice-i Kelam

Aramalar esnasında bir sahnede Arap ile Doktor arasında samimi konuşmalar geçiyor. Bu sahnede, “Bundan sadece 100 yıl sonra bile Arap, Ne sen ne ben ne savcı ne komiser … Şairin de dediği gibi… Gene yıllar geçecek ve geride benden bir iz kalmayacak yorgun ruhumu karanlık ve soğuk kuşatacak” diyen doktorun sözlerini, Arap karakteri insanoğlunun gafletini temsilen cevap vererek kesiyor…

 Siz değerli okurlarımız için doktorun bu sözlerini, yüce şahsiyetli bir zatı muhteremin, bir keresinde sarfettiği kelamı kibarla açarak yazımızı sonlandırıyoruz.

“İnsan, 100 sene evvel yoktu. Burada hiçbirimiz yoktuk. 100 sene sonra zaten yokuz. Yok, var, yok. Bu varlık, hadi 100 sene diyelim. Şüphesiz ki bu ömür içerisinde insanın, çok neşeli günleri olur, çok sıkıntılı günleri olur, hastalıkları olur, üzüntüleri olur ama kaç sene olursa olsun, sonsuza bölündüğü zaman netice sıfır olur. O halde, insan ömründe yapılan her türlü iyilikler veya acılar veya tatlılar bir gün bitecek. Her şey bittiği gibi, o da bitecek. Halbuki bitmeyen bir şey kalacak, o da; Mü’minin kalbini kıranlar, komşularına eziyet verenler, maiyetine zulmedenler. İşte maalesef onlar bitmeyecek. Acı olarak geçecek ama mazlumun üzerinde, boynunda asılı olarak kalacak. Âhırette de en zor hesap buradan verilecek. Allah ile kul arasındaki günah, Allah affetsin, o, cenâb-ı Hakkın rahmetine, merhametine, affına kalmıştır. Ama kullar arasındaki münasebetlerde, biraz evvel söylediğim gibi, insanları üzenler, nefsine göre hareket edip de kalb kıranlar veyahut da helal haram demeden her şeyi midesine indirenler, kul hakkından korkmayanlar orada çok korkacak, çok…”

——-

Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.

Oğuz UYSAL

Avukat. Sinefil. Mütefekkir. Eğitimci. Yazar. İdareci. Fotoğraf. Sanat. Vizyoner.

Bir Yorum

  1. Benim ilgi alanım içinde olmamasına rağmen zevkle okudum. Buna ben kendini okutan yazı diyorum. Aslında okumak istemiyorsun ama yazı yakanı bırakmıyor. Sonuna kadar kendini okutuyor. İşte bu yazma kabiliyetidir. Dili; düzgün, akıcı, pürüzsüz, duru kullanma kabiliyetidir. Bu kabiliyet sizde gizli bir inci olarak duruyor. Bence bu cevherin ortaya çıkması için yazmaya devam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu