
Geçenlerde babamla doktor kontrolünden dönerken etrafına bakınıp “ne çok yeme-içme mekânı var” demesi üzerine derin bir düşünce aldı beni. Çoğumuzun gördüğü, bildiği veya sürekli göz önünde olmalarından mıdır nedir hayatın akışıyla farkında olmadığımız bu meseleyi, çeşitli yönleriyle ele alalım.
Yeme-içme sektörüne ait irili ufaklı bir sürü mekanların olduğunu elbet siz de müşahede etmişsinizdir. Bu mekanlar çok fazlalar değil mi? Mantar gibiler. Biri açılıyor biri kapanıyor. Bir bakıyorsunuz el değiştiriyor. Köklü geçmişe sahip mekanları görmek ise nadirattan. Kahvaltıcısı, dönercisi, fast foodcusu, pizzacısı, ızgaracısı, et mangalcısı, kokoreççisi, ev yemekleri ve tatlıcısı, pastanesi, çaycısı, kahvecisi derken liste uzayıp gitmekte. Unutulmaması geren ise bu mekanların hepsi birer ticarethane. Evlerimizde hazırladığımız yiyecekler ve dışarıda yediklerimizi mukayese edecek olursak, evde işçi ücreti yok, kira yok, sgk-vergi-muhasebe-ruhsat- resmî belge ve sair izinler yok. Bu müesseseler ise para kazanmak için veya rekabet edip ayakta kalabilmek için mutlaka bir şeylerden taviz vermesi gerekecek. Ya fiyatı artıracaklar veyahut kalitesiz ucuz malzemeye yönelecekler. Evlerimizde eşimiz, çoluk çocuğumuz ile keyifle hazırladığımız, malzemelerini itinayla seçtiğimiz yiyecekler dururken, ne idüğü belli olmayan yemekleri hazırlayan veyahut ceplerimiz yakacak olan dışardaki mekanlara yönelmemiz ne kadar doğru?
Ticari bir maksatla kurulan bu mekanların kaçı insan sağlını önde tutuyor? Toplumumuzun her geçen gün ahlaki değerlerden uzaklaştığı aşikâr. Zira, gıda sektöründeki hileler bu kadar alıp başını gider miydi? Tereyağının yerine Margarin yağları, zeytinyağı yerine kanola yağı gibi ve sair bitkisel yağlar, kaşar yerine katkılı koruyuculu tost peynirleri, baharatlara katılan otlar yapraklar kabuklar, et ürünlerine gelirsek at, eşek, kanatlı, sakatat hatta domuz eti bile koyan firmalar…
Tarım ve Orman Bakanlığı gıda üzerinde mekanların teftişini yapıyor. Hileli, taklit ve tağşiş yapılan gıdaları ve firmaları kamuoyuna ilan ediyor. Bu teftişlerin ve caydırıcı cezaların elbette artması lazım. İnsanlar mayoneziydi, tavuğuydu, döneriydi derken para vererek aldıkları yiyecekler sebebiyle ölüme kadar uzanan vakalar oluyor. Çoğu gıdalar obezite ve çeşitli hastalıklara davetiye çıkarıyor. İnsan hastalanınca işlerinden geri kaldığı gibi refakatçı ve yakınlarını da beraberinde işlerinden geri bırakıyor. Keza, sağlık harcamalarının artmasına ve sağlık çalışanlarının artan yoğunluk sebebiyle hastalara gereken alakayı gösterememesine ve daha birçok meseleye sebep oluyor.
Hayvanlar ihtiyacı mukabilinde avlanarak besleniyor, fazlasını bırakıp gidiyor. İnsanların da hayvanlarla metabolizma olarak benzerliğinden ötürü ihtiyacı kadar beslenmesi gerekmez mi? Lezzet ve keyif almasaydık bu soruyu sormayacaktık. Zira, zaten hayvanlar gibi ihtiyacımız kadar yiyecektik.
Lezzet demişken gelin biraz da onu açalım. Dil ile gırtlak arası tahmini 10-15 cm dir. Bu tat alma organı nasıl da tercihlerimizi etkiliyor? Yiyecekler nasıl hatıralarımızda müspet veya menfi yer ediyor. “Ben baklavaya bayılırım, sütlaçtan hiç haz etmem” gibi. Halbuki gırtlaktan sonra midenin tatla, lezzetle işi yok. Ne gönderdiysen onu hazım edecek zavallı.
Bir de insanlar ne yediğinden ziyade nasıl paylaşım yaparım, ne kadar beğeni toplarım arzusunun önüne geçemiyorlar. Zira, çeşitli şovlarla sunum yapan işletmelere fahiş fiyatlar ödemenin akılla mantıkla izah edilecek bir tarafı yok. Hele bir makine ürünü olan yabancı menşeili kahvecileri dolduranları anlamak mümkün değil. Artık bunlar tat ve lezzetten ziyade sosyal sınıf ayrımını göstermek için mi? Yoksa kendilerini kültürlü, bilgili, paralı cakasını satmak için mi dolduruyorlar bu tür mekanları acaba? Halbuki, bir yerin şerefi olmaz, içindekilerin yani insanların şerefi olur. Ama biz bu şerefi mekânda, giyimde, kuşamda aramayı bırakıp ne zaman ilimde, kültürde, sanatta olduğunu hatırlayacağız tekrardan. Belki o zaman fahiş hesaplı olması ve zenginlerin gelebilmesinden başka bir özelliği olmayan mekanlardan paylaşım yaparak şerefli olmadığımızın, kıymetli olmadığımızın farkına varırız.
Babamların kuşağında dışarıda yemek yeme alışkanlığı pek yoktur. Mümkün mertebe evde yerler. Hatta kayınpederim işyerine sefer tası ile yiyeceklerini bizzat evden getirir. Şimdi genç kuşak veya z kuşak adı her ne olursa olsun, ellerinde sefer tası ile yemek getirir mi evinden? Dizi ve filmlerde sefer tası ile yemek yiyenleri fakir, yoksul, gariban olarak gösterilmesi buna sebep olmuş olabilir mi? Yoksa yukarıda saydığımız sosyal medya beğenisi mi veyahut pahalı hesapları ödüyor olabilme gücünü gösteriyor olabilme mi?
Acaba birileri toplumu böyle yanlış propagandalarla yönlendirerek sağlık sistemini çökertme; dinç, zinde, çalışkan bedenlerin azalmasını mı arzuluyor?
Bu harp sahalarına konvansiyonel, biyolojik, dil ve dinin yanına gıdayı da mı eklesek?
Yorum sizlerin.
Sağlıcakla kalın…
——-
Serâzât.com’da yayınlanan yazı ve şiirlerin fikrî hakları ilgili yazar ve şairlere aittir. Bütün hakları saklıdır. İzinsiz kopyalanamaz.